19 Mart 2011 Cumartesi

Aslında

Metrodan çıktım. Kanyon’un Gültepe çıkışına doğru yürüyorum. Müzik çalarımın şarjı bitmiş. Yapabileceğim pek bir şey yok. İnsanları dinliyorum. Yanımdan geçip gittikleri sürede bahsettiklerinin çok küçük parçalarını duyabiliyorum. Hızlı hızlı yürüyorum. Özellikle tek başıma yürürken…  Birini dövmeye gidiyormuş gibi…  Çok acil bir randevuya geç kalmışım gibi...

Hızlı yürüyen adamları severim aslında. Yolda boş yere zaman harcamazlar. Boş yere zaman harcamazlar. Boş yere zaman... Boş zaman… Boş… Tuhaf. Çok ince bir sızıntı oysa…

Belki de zamanlarının çoğunu boş yere harcadıklarından, yürürken kaybettikleri zaman gözlerine batıyordur da hızlı yürüyorlardır. Çünkü kendini inandıramadıktan sonra bir insana anlatılamaz günlerini ne kadar boş şeylere harcadığı. Oysa inandığı boşluğu doldurmak için de elinden geleni yapar. Salına salına geçirmez dakikalarını. Çünkü zarardan ne kadar tırtıklarsan, kardır. Kara tamah etmeyen bir adam için ise sebep muhakkak ki başkadır.

Önümde iki kız yürüyor. İkisinin de saçları boyalı… Anlamak hiç de zor değil. Saç dipleri ikisini de ele veriyor. Kadınların saçlarından bahseden şiirlere bayılırım. Çünkü saçlar en çok dikkat ettiğim tarafıdır bir kadının. Başı bağlı kızların suçu ne demeyeceksiniz. Bir gün kumpir yerken Ortaköy’de, “Bir kız başı bağlıyken bu kadar güzelse, bir de onun saçlarının omuzlarına düşmüş halini canlandır gözünde!” demişti bir arkadaşım. Konumuz bu değil.

Aradaki farkı gittikçe kapatıyorum. Ve şimdi çaprazdan yüzlerini de görebiliyorum, seslerini de duyabiliyorum. Biri on dokuz yaşında. Nokta atışı… Tabi ki bilmiyorum, nerden bileyim yaşını. Tahmin… Ama ihtimali hayli yüksek... Yanındaki ondan büyük görünüyor. Biraz abartılı bir şıklık var üzerlerinde. Dizilerdeki zengin kızları gibi giyinmişler. “Arıyor neredeyse her akşam.”  diyor, “Ama konuştuğundan bir şey anlamıyorum. Yani beni seviyor biliyorum ama yani bu kadar da saçmalanmaz ki! Aklınca beni etkilemeye çalışıyor. İnan bazen kolum ağrıyor, telefonu masanın üstüne bırakıp bir iki dakika kolumu dinlendirip yine ‘hııım, hıhı’ demeye başlıyorum.” Öbürü gülerek, “ Erkek milleti işte!” diyor. “Yine kırıcı olma ama istemiyorsan da söyle çocuğa, boşuna kontürcükleri gitmesin bari”. Gülüyorlar. Hafif meşrep bir gülüş. Aradaki farkı iyice kapatıyorum. Hatta önlerine geçiyorum. O ara o kelimeyi düşünüyorum. “kontürcükleri…” Bir anda o zengin kız imajları yıkılıveriyor zihnimde. Muhtemeldir ki bunlar da imitasyon. Bu tür basitlikleri, bu tür lafları zengin kızlarından beklemiyor oluşumdan değil. Kelimenin vurgusu…  “ö”nün tahtına göz dikmiş “ü” harfi…

“Ya ama işte yine de çok kızamıyorum aslında ona.” diyor yine saçlarının diplerinden bir esmer olduğu anlaşılan sarışın uzun saçlı kız. Demek ki aslında gideri var çocuğun. Daha dinlemiyorum. Bu sözün üstüne düşünmeye başlıyorum. Artık yanımdan geçenlere aldırmıyorum. Orta Bayır’a gelmişim. Kanyon’dan ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. O kadar yolu farketmeden nasıl geldiğimi de... Sözü, kızın ağzından tekrar tekrar dinliyorum.

Arabesk bir aşık, hatta bu işlerden anlamayan bir zevzek olarak tanımladığı çocuğun üzerinden kendini yüceltmeye çalışıp, arkadaşına caka satmaya çalıştığını anlıyorum kızın. Çünkü saatlerce onunla konuşmaktan sıkılmayan, hemen her akşam onu arayacak kadar umursayan, ona ha bire bir şeyler anlatan, onu sevdiğini her defasında belli eden ve bu uğurda “kontürcüklerini” umursamayan bir erkek mevcut artık bu kızın etrafında. Zerre kadar tanımadığım ve adını dahi duyamadığım bu çocuk hakkında söylenenlerin yalan olduğuna inandırıyorum kendimi. Aslında inandırmıyorum. Bir çaba söz konusu değil. İnanıyorum aslında. Bana göre o çocuk, bu kızın egosuna kurban gitmiştir. Sırf spotlar üzerine çevrilsin diye çocuğun tüm yaptıklarını biraz kendine yontarak ifade ediyor kız o kadar.

*            *             *

Sınav sonuçları açıklandı. Akçaabat Anadolu Lisesi’ni kazanmışım. Bir iki hafta sonra kayıt olmaya gidiyoruz. Yanımda annem… Müdür bey gayet resmi ve ciddi. Hatta nasıl derler, yüzü sirke satıyor. İşlemler bittikten sonra zorunlu okul yardımı istiyor. Annemin verdiği tutarı hatırlamıyorum. Müdür bey önce bana bakıyor bir şey söylemek istiyormuş gibi sonra anneme dönüyor.

“Valla yolda görsem ilkokul öğrencisi sanırdım bu çocuğu Hanım Hanım.” diyor. Hanım Hanım… Annemin adının bu tür yapmacık nezaketlileri göt etmesi bana inanılmaz bir haz veriyor. Hele de ağızlarından çıkan bu tuhaf ifadenin yerinde olup olmadıklarını düşünürken yüzlerinin aldığı hali gördüğümde…

Annem başlıyor anlatmaya. Kendimi askeri darbe sonrası yargılanırken devlet tarafından yanına cunta menşeili bir avukat verilmiş bir sanık gibi hissediyorum. “Çok yaramazdır.” diyor annem. “Bir de çok sinirlidir. En ufak bir şeyde ortalığı bir birine katar. Evde de hiç ders çalışmaz. İşi gücü mahalle arkadaşlarıyla top oynamak… Nasıl bu kadar iyi puan aldı onu da anlamış değiliz. Bir de büyüklerine karşı saygısızdır. Mahallenin esnafına yaşıtlarıymış gibi davranır hep.”

Arada bana bakıyor annem. Yüzünde tuhaf bir gülümseme var. Gözleri, “Bak işte böyle köşeye sıkıştırırım seni!” diyor resmen. Ama amacı bu değil biliyorum. Amacı saçları sarıya boyanmış, dizilerden fırlamış zengin görünümlü kızla aynı. “Ders çalışmıyor hiç.” diyor. Çünkü benim oğlum ders çalışmadan dahi bu kadar puan aldı, gerisini siz düşünün demeye getiriyor. “Büyüklerine karşı saygısızdır tüm esnafa onların yaşıtıymış gibi davranır." derken de mahallede genç yaşlı herkesin beni ne kadar sevdiğini, yani benim ne kadar şirin bir çocuk olduğumu bu nedenle de nazımın tüm mahalleliye geçtiğini anlatmaya çalışıyor. “Çok sinirlidir!” diyor. Çünkü gözü kara bir çocuğa sahip olmak uzun vadede her zaman sevecen durur. Haksızlığa gelemez, korkusu yoktur, başkaldırmayı sever, koyun değildir, saf değildir demek istiyor.  Ve tüm bunları derken, bu çocuk benim çocuğum demeye getiriyor olayı. Bu çocuğu ben yetiştirdim, sen öyle makamına, yaşına başına güvenip benim çocuğumla aşık atamazsın diyor üstü kapalı. Ve böyle bir anne olduğu için de kendine övgüyle bakılmalı, varsa madalya takılmalı...

Müdür bey pek oralı olmuyor. Durumu da benim anladığım gibi anlamıyor. "Erkek milleti işte!" diyen kız gibi somut verilerle yetiniyor. Sonra ters ters yüzüme bakıyor ve "Önce şu ağzındaki sakızı çıkart!" diyor. "Sen daha kayıtta böyle terbiyesizlik yaparsan dört senede çok dayak yersin benden!"

Sakızı çıkartmıyorum. Yutuyorum. Müdürün tam gözlerinin içine hafif kızgın, hafif korkak, hafif üzgün bir şekilde bakarken, içimden de “Ama senin dediğini de yapmadım dingil!” diyorum.