25 Aralık 2011 Pazar

Mektup - 2

Yine sana yazıyorum. Yapabileceğim başka bir şey yok. Çok kötüyüm be Hakan Abi. Çok kötü…

Sana bazı duyguları anlatamayacağımdan bahsetmiştim. Anlatmak istiyor insan, bazen bu gücü kendinde buluyorsun, ama bırak yazmayı, bırak konuşmayı düşünemiyorsun bile…
Bir evladın, kıpkırmızı gözlerle yoğun bakım girişinde duvarın dibine çökmüş, ağlaması mesela. İçinden kaç kez “anne” dediğini bilebilir misin mesela… İçinden kaç defa “dayan annem” dediğini mesela… Ya göz yaşlarını abi? Onların içindeki acıyı ben sana nasıl anlatayım ki? Çok kötüyüm be abi… Çok kötü…

Bazen kendini başkalarının yerine koyamadığın oldu mu hiç? Hani cesaret dahi edemiyorsun. Hani düşünmeye başlayınca bile boğazın bir tuhaf oluyor. Hani gözyaşlarına engel olamıyorsun…

Beni sen anlayabilirsin belki. Çünkü senle bir hastanenin bekleme salonunda sabahlamışlığımız var. Ben en çok da senin gözlerine bakmaktan korktum hep o gece. Ama bazen öyle bir oluyorsun ki abi saatlerce o gözlere bakmak zorunda kalıyorsun. Saatler o kadar ağır ilerliyor ki… Hataneden uzaklaşıyorsun, telefonun çalınca bakmaya korkuyorsun abi. Elin gitmiyor aç tuşuna. Gerçeklerden kaçabileceğini sanıyor insan. Ben bildiğin çok kötüyüm be abi… Çok kötü…

Şimdi evde yalnızım. Az önce aradı babam. Babamın sesi, amcasının ölüm haberini verirken de aynıydı abi. Şimdi çocuklar anaları için feryad ediyor. Tuhaf geliyor. Bir anda geliyor. Olmaz diyorsun ama oluyor abi. İçim kötü. İçim acıyor. Ağlamakla rahatlar mı gerçekten insan? Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum… Rahatlayamıyorum. Çok kötüyüm be abi… Çok kötü…

Korkuyor insan. Ölüm kapında kol gezinirken. Hafta geçmeden başka bir ölüm haberi… Birinin acısı dinmeden… Daha birinin gidişini sindiremeden… Zaman gerçekten ilaç mıdır? Yoksa zaman mıdır bu acının nedeni?

Yazmaktan başka şu an yapabileceğim bir şey yok. Yalnızım… Vakit gecenin bir yarısı… İnsan ne yapacağını bilmiyor abi… Uyumaya korkuyorsun… Uyuyunca gidene haksızlık ediyormuşsun gibi geliyor. Sen sabah uyanacaksın ama o… Uyanamıyor işte abi… Uyanmayacak ki hiç…

Oğlunun uçağı havalimanına indiği vakit bir ana bu dünyayı terk ediyor abi… Dayanamıyor artık… Bu yazdığım satırı dün rüyamda görmüştüm diyeceğim sana, belki de bana inanmayacaksın… Hayat nedir abi? Biz ne yapıyoruz abi? Biz kimiz abi?

Çok yalnızım abi. Bu gece belki de hayatımın en kötü gecesi olacak. En çok bu gece ürkeceğim belki de boş bir evde. Bazen onun yüzü geliveriyor gözlerinin önüne, bütün bedenin ürperiyor. Sonra ağlıyorsun abi. Derinden… Şimdi boş Akçaabat sokaklarında gezmek istiyorum. Sadece yürümek istiyorum. Öyle boş bir hayat gibi yürüyüp gitmek.

Daha yazamıyorum. Konuşmak istiyorum şu an biriyle. Sadece konuşmak. Ağlasam diyorum… Ben ağlayayım o hiçbir şey yapmadan dinlese. Hiç konuşmasa bile. Sana ondan yazıyorum abi.

Çok kötüyüm be abi… Bildiğinden de çok kötüyüm…

21 Aralık 2011 Çarşamba

Mektup - 1

          "Kimseye anlatamadığım, kimsenin anlayamayacağı bir takım sıkıntılarım var!" 


          Şimdi senle konuşmak isterdim... Sabah ezanına kadar.... "Gün açtı oğlum kursun yok mu senin? Gene mi gitmeyeceksin amk.!" diyene kadar. Gerçek sıkıntıları o zaman melankolik duygulardan ayırabilirdim. Sonra vururduk bir bölüm daha Behzat Ç. yada Leyla İle Mecnun... Hangisi kafamızı iyi edecekse... Odayı boğmadan, sırayla, A. Teyze farketmesin diye... 


          Harbiden bazen hayat bok gibi geliyor. Siktir olup bir yere gitmek istiyor insan. Gidince özlüyorsun, kalınca içindeki kin büyüyor. Başka bir adam oluyorsun. İnan tutunacak yer arıyor insan. Oraya... Buraya... Şuraya... Sonra ta bir tarafına koyayım diyorsun. 


          Bazen diyorum ki biz çok küfrettik bu paraya galiba. Şeytan kıçımızın dibinden ayrılmaz oldu. Mesele o değil ama ah şu saygısızlar var ya! 


          Şu saygısızlar... Her taraftalar… Yeterince psikopat olabilseydim bir Ercüment Çözer sanabilirdim kendimi. İntikam bazen en anlamlı duygu oluyor. Bazen sırf bunun için direniyor insan. Hayatta her şeyi bir kenara bırakıp... Sonra… Sonrasından bahsetmek zor… Cümlelerimin devamını getirebilirsin sen ama. 


          “Eski Günlerimiz”i dinlerken nasıl efkarlandığına şahit oldum bir iki defa. Sen ki babasız büyüdün. O nedenle seni ne kadar istesem de anlayamam. Bu nedenle belki de hiçbir zaman sana layık bir dost olamayacağım. Ama sen anlardın… 


           Babasız değilim. Ama bi’ şeysizim. Bi’ şey… Adı konulamayacak kadar tuhaf. Belki de adını koymak zor geliyor. Bazen daha beteri ile karşılaşmaktan korktuğu için insan, durumundan şikayet edemiyor. Hem hadi ettik diyelim. Bizi duyan birileri var mı oralarda? Sahi birilerinin umrunda mıyız? Yoksa yalnız geldik, çıplak geldik; yalnız ve yine anadan üryan mı gideceğiz? Ölümden bahsetmek dahi ürkütüyor beni. Ama bazen umursanacak şeyin bu dünya olmadığı gerçeğine kati surette inanmak, adamın aklına gayrısını getirmiyor. 


           Okula başlamak dediğin gibi toparlıyor insanı. Her sabah 6:30 da kalkmak bile artık koymuyor. Her gün bu saatlerde yatardık oysa. A. Teyze bizim yüzümüzden sinir hastası oldu desem abartmış olmam. O kadar sıkıntı içinde “okuyun, yatın” derdi her defasında odanın kapısını kapatırken. Hani on yedi yıldır okuyorsun da bir şey olmuyor ya, bazen okunacak duanın da işe yaramayacağına inanası geliyor adamın. Bazen kendimden dahi ürküyorum. Yeri geliyor o kadar saygısızlaşıyorum ki…


           İnan kimseyle yarıştığım yok. Herkes çok zeki olduğumu söylüyor. Gülüyorum… Hayatı halen daha bir maraton olarak görmüyorum. Hiçbir zaman da “at” olmayacağım. Cebimde belki yine para olmayacak hiç. Olsun… Ona da alışıyor insan. “Paran yoksa dert etme oğlum, bende de yok!” derdin hep. Ne kadar da haklıydın. İşim yok, param yok… Ama bazen kendime bunu dert etmiyor değilim. Sana yalan konuşacak değilim. Ama sonra kendime geliyorum hemen. Mesele bu değil… Bu mesele olacak kadar asli bir şey de değil…


            Şimdilerde biliyorsun İngilizce öğreniyorum. Biliyorsun hazırlık falan… Yıllardır bir şeylere hazırlanıyorum. O kadar merak ediyorum ki bu hazırlıkların hangi iş için yapıldığını. Paris’e elçi mi atayacaklar beni dersin? Evet, Londra olur olursa. Yine güzel cevap verdin. Muafiyet sınavına girmedim. Beginner sınıflarından istediğini seç, orda başlatalım seni dedi hoca, ben de soyadımın baş harfini dedim. Güzel arkadaşlarım var. Ama gecelerim hep tek başıma geçiyor. Arada ciddi derecede canı sıkılıyor insanın. 


            Aslında yazacağım daha bir sürü şey var. Ama gittikçe konu dağılıyor. Bugünlük bu kadar yeter galiba. Bir ara araşırızla biten her telefon konuşmamızdan sonra aslında aramanı hep bekledim. Olsun… Bende bu kontörsüzlük, sende de bu meşguliyet olduktan sonra insanın aklına kötü bir şey gelmiyor hiç… 


           A. Annem’in ellerinden öper, cümleten herkese selam ederim. 


           Ama bir gün çıkageleceğim ansızın… Adı aynı, sanı aynı E. olarak… 


           Allah’a emanet ol!

12 Aralık 2011 Pazartesi

"Badem" In "Cübbe" Out

          Cübbeli Ahmet Hoca'yı savunmak pek tabi ki haddime olan bir şey değildir. Kati surette bunun bilincindeyim. Ancak haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlardan olmayacağız. Hırant’ı savunduk, Rachel'in öldürüldüğü günü anarken ağladık, 80 darbesini yapanlara halen daha lanetler okuyoruz, “Ahmet Kaya’ya haksız yere bu memleket dar edilmiştir” diyoruz. Gücümüz hirbir şey yapmaya yetmese dahi her daim kurdun karşısındaki kuzudan taraf olamaya çalıştık. Bu minvalde Ahmet Mahmut Ünlü'nün tutuklanması hakkındaki fikirlerimi beyan etmekte bir beis görmüyorum. Zira bundan gayrı yapabileceğim bir şey de yok. (Tabi dualarımız da onunla beraberdir, onun bu zor günlerinde.)

           Bir zamanlar ( 28 Şubat sürecinde ) bu ülkenin bir kesiminin üzerine öyle bir gidildi ki; şu güzel memleketi adeta zindan ettiler bu kimselere. Son nefesimize kadar bu insanlara haksızlık edildiğini savunduk. O zamanlar çocuktum. Habire kendini zincirleyen insanlardan bahsediyordu Reha Muhtar. “Domuz Bağı” diyordu başka bir enkırmen. “İşte bu binanın bahçesinde tam 5 erkek cesedi bulundu dün, sayın seyirciler!” diyordu genç bir muhabir. Saçı sakalı birbirine geçmiş onlarca insan “haaahhh huuuuhhh” diyerek başlarını indirip kaldırıyordu. Annem okuldan biraz geç gelsem mahalleyi ayağa kaldırıyordu. Korkuyordum. 11-12 yaşlarında bir çocuktum ve ben “tarikat” lafını duyduğumda içimden ağlamak geliyordu. Yaşlı, saçı sakalı birbirine girmiş bir adam, genç bir kadınla ilişkiye girerken polisler evini basıyordu. Adam buna hakkınız yok diyordu.

           “Nasıl hakları olmaz be amca?” diyordum “polis onlar. Hem sen utanmıyor musun bu yaşta genç bir kızla cinsel ilişkiye girmeye. Reha Muhtar başka bir kelime daha diyor ona. Zeyna mı ziyna mı öyle bir şey. Babam görüntüler çıkınca değiştiriyor kanalı tam anlamıyorum olayı ama yaptığın çok kötü herhalde.  Seni dövsün o polisler. Sonra günah da işledin ama o kafandaki şeyden resimlerde gördüm Mevlana da sarıyor kafasına. O elbisenin yeşilinden de giyiyor hem Mevlana. Sen neden böyle bir adamsın ki? Kötüsün ama sen. Mevlana’yı seviyorum oysa ben. Hem onun yüzü çok masum. Ton ton dede o. Sen neden böyle sertsin ki? Saçların da upuzun. Kız mısın sen? Hem şimdi o kız ne yapacak ki? Annesi babası çok kızacak ona? Seni çok ama çok dövsünler emi!” diyerek kendi kendime içimden konuşuyordum hep okula giderken. Sonra yaşım bu mevzuları kavrayacak duruma geldiğinde bir şeylerin farkına vardım. Ama 24 yaşındayım şimdi ve halen daha “Müslüm Gündüz” ismini duyunca içim bir tuhaf oluyor. Avuçlarım terlemeye başlıyor.

           Sonra yıllar geçti aradan. Bir kuşağını adeta katletti bu memleket. Satranç oynar gibi… Piyonlar öyle sağlam iş çıkarmıştı ki şah düştüğünde etrafında onu savunacak tek bir güçlü taş bile yoktu. Hepsi ya bir piyon tarafından sıkıştırılmıştı, ya da piyonla uğraşayım derken bir atın bir kalenin kurbanı olmuşlardı. Sonuç kati bir zaferdi. Adaletsizlik eğitim sisteminin ağzına sokulmuş bir kerpeten gibiydi. Acımadan bir bir çekildi dişleri. Kan ve gözyaşı eksik olmadı ekranlardan. Sonra ablam da başını açmak zorunda kaldı. “O kadar Müslüman ise okulu bıraksınlar!” diyordu bazı isminin önünde rütbesi makamı vs. olan amcalar, teyzeler.

            İşte bu katledilen kuşağın bazıları dediler ki artık biz tanınan bilinen insanlar olduk. Bakkala giderken attığımız adımlar bile sayılıyor. O nedenle tanınmamak adına gömleklerimizi çıkartalım. Pozisyon itibari ile safımızın keskin hatlarını yumuşatalım ve zafer için her şey mübahtır felsefesi ile amacımıza giden yolda bazı konularda taviz verelim.

          Öyle de yaptılar. İçlerinden bazıları haksız yere hapis yatmak zorunda bile kaldı. İçerden şiirler okudu bize. “Zindan” dedi “iki hece, Mehmed’im lafta. Baba katiliyle baban bir safta”. Ağladık… Cesaretine hayran olduk bu adamın. Söylenmemişi söylüyordu, yapılmamışı yapacağım diyordu, inandık. Halk sevdi bu adamı. Halk başına yönetici kıldı bu adamı. Halk gözünü kırpmadan iktidar mührünü sundu bu adama.

          Kötü günler geride kaldı. Artık Cuma Namazı’na giden lise öğrencilerini 2 megapiksellik telefon kameraları ile çekip, ciddi bir suç işlemişler gibi sunmaz oldular haber programlarında. Öyle böyle türban sorununu da aştık.

           Sonra biz kardeşlik türküleri söyleyeceğiz diye ümit ederken, birileri boş meydanlarda at koşturabilmek adına, kardeş kanına girmeye başladı. 80’den önce Alevi – Sünni çatışmalarının yerini Sünnilerin mikro düzeydeki cemaat, tarikat mücadeleleri aldı. Fiiliyatta görünmeyen bu mücadele adeta Soğuk Savaş dönemindeki Rusya ve Amerika’nın çatışmasını andırıyordu. Biz, güzel günlerin geleceğine inanan çocuklardık. Ama bazılarına göre bitaraf olan bertaraf olacaktı. Safımızı almak adına bir seçim yapacaktık.

           İktidar yozlaştırdı, mutlak iktidar mutlak yozlaştırdı. Siyaset denen şeyde ne üslup kaldı, ne haysiyet, ne onur ne de terbiye. Her akşam bir kavganın içinde bulduk kendimizi. Ana – baba, baba-oğul, kardeş – ağabey, abla – anne, oğul – anne birbirimize girdik. Artık televizyonu açamaz hale geldik. Herkes siyaset konuşur oldu. Herkes militan kesildi. Empati denen şey, artık bir zayıflık alameti olarak görülmeye başlandı. “Acırsan, acınırsın!” dediler. Kimse lafını sakınmaz, herkes birbirine hakaret eder oldu. İnsanlar kırdıkları kalpleri üst üste koyarak Cengiz Han’ın askerleri gibi üst üste dizdiği kellelerle gurur duyar hale geldi.

            Ve sonra birbiri ardına operasyonlar başladı. Ergenekon, balyoz, orak çekiç derken devlet ciddi derecede insanların üzerine gitmeye başladı. Habire birileri içeri alınır oldu memlekette. Gazeteciler, askerler, öğrenciler, eski siyasetciler vs. Devlet giderek ceberrutlaşmaya başladı. Atı alan Üsküdar'ı geçmek adına kamçısını şaklatmaya başladı.

           Sonra bu yılki seçimlerden önce bilinmeyen ellerden sızdırılan kasetler gündemi adeta aylarca sarstı. Siyaset adeta sağlam bir elekten geçirildi. Deniz Baykal siyaset sahnesinden öyle feci birşekilde aşağılanarak yollandı ki, kendisinden nefret edenler bile onun adına üzüldüler. Sonra MHP saflarına sıçradı skandal. Patlak veren kaset furyası MHP'de görevli 10 yüksek görevli kişinin adeta siyasi hayatını bitirdi. Parti 80 darbesinden sonraki en ağır tokatı yedi adeta. Ne yapıldıysa medyaya göz göre göre servis edilen bu kasetler hakkında ortaya hiçbir şey çıkmadı. Gündem içi boş mevzularla yumuşatıldı ve bu olaylar faili meçhul bir furya olarak tarihteki yerini aldı.

            Ama sonra çok farklı bir şey oldu. Tüm bu alışılmış karalama kampanyaları yönünü alakasız bir yere çevirdi. Ne siyasetciydi, ne askerdi, ne örgüt mensubuydu ne de bir devlet adamı. Bir cemaat mensubuydu sadece. Herkes tarafından bilinen, gizlisi saklısı olmayan, yeri yurdu belli olan bir cemaatin: İsmail Ağa Cemaati’nin… İşte bu  Cemaat'in içinde de dışında da yer alanlar, yeni lider olarak bu adamı işaret ediyordu. Herkes "Bu adam, bu iş için biçilmiş kaftan..." diyordu O'nun için. Belirtmem gerekir ki ben de her daim böyle düşünmüşümdür.

             Ahmet Mahmut Ünlü: Nam-ı diğer Cübbeli Ahmet Hoca. Kimilerine göre çok değerli bir İslâm alimi, kimilerine göre insanlara gerçekleri anlatırken onları etkilemesini çok iyi bilen bir hatip, kimilerine göre Cem Yılmaz’dan daha komik bir hoca, kimilerine göre ise lakayt bir din adamı ya da bir şarlatan. Herkes tanıyordu Cübbeli Ahmet Hoca’yı. 28 Şubat sürecinde çok çekmişti o da. Ama olaylara hep pozitif yönden bakması ve yaşadığı o kara günleri anlatırken dahi gülebilmesi insanalrın gözünde onu ayrı bir yere taşıdı kısa zamanda. Televizyon kanalları onu ağırlamak için yarışır oldu. Çıktı, lafını sakınmadı, karaya ak demedi, anlattı, açıkladı, güldürdü, insanlara ümit verdi hep. Her defasında “Tövbe kapısı ölene dek kapanmaz kardeşlerim!” dedi. Pek çok insanın maskesini düşürdü, pek çok insana “tarikat, cemaat” gibi kelimelerin aslında korkulacak kelimeler olmadığını ıspatladı. Her haliyle bizden biriydi. Bilgiliydi. Ayetlerden, hadislerden, sünnetlerden atıf yapmadan hiçbir konuyu ele almadı. Çoğu insanın aradığı alimdi o. Pek çok insan: “Abi konuşsun, sabaha kadar dinlerim. Adama hastayım ya!” der olmuştu. Programına çıktığı adamlar, 28 Şubat’ta onunla karşı saflarda olmalarına rağmen,  onun bu kadar iyi bir insan olduğunu bilmediklerini, onu ceberrut bir adam sandıklarını itiraf ettiler hatta. Herkes Cübbeli Ahmet Hoca’nın dedikelrine kulak kesilir oldu. Konuştu mu sert sözler söylüyordu. Ciddileşince lafı dolandırmadan insanların yüzlerindeki maskeleri hedef alıyordu.

           Sonra onun da kasedi çıktı. “Ben Allah’a yemin ederim ki böyle bir şey yapmadım. Bana inanmayıp benim olduğu iddia edilen bu kasedi izleyenlere hakkın helal değildir!” dedi. En yakın arkadaşlarımdan izleyenler “ Ben de zerre inanmadım ama bi bakayım dedim de oydu valla!” dediler. Bakmadım. İyiki de bakmamışım. Sonradan ne halt olduğu çıktı ortaya nasılsa.

            Şimdilerde ise tutuklu kendisi. Çete kurmuş. Kadın ticareti yapıyormuş. Deliller varmış. Onlarca yıl hapsi isteniyor. Yine zerre kadar inanmıyorum. Gözümle görmedikten sonra, 2000’li yıllarda çıkmış bu içi boş delillere asla ve asla güvenmiyorum da. İnanmak benim elimde olan bir şey. Ve son nefesime kadar “Bu adam suçsuzdur!” demekten utanmayacağım, sıkılmayacağım, çekinmeyeceğim. Herkes öncelikle bunu böyle bilsin.

Ve son olarak, bu skandalların arkasında olduklarına ciddi ciddi inandığım, ve her geçen gün kendilerinden daha çok sıkılmama neden olan güruha seslenmek istiyorum. 



"Bakın beylerim; size bir çift lafım var! Siz siz… Biliyorsunuz kendinizi. Siz ki bütün güç, iktidar ellerinde sananlar… Siz ki bu memleketin her köşenini tuttuğunu sananlar… Siz  ki kendi emelleri için insanları harcamaktan zerre korkmayanlar… Siz ki bu dünyanın “güç sınavı”nda kaybeden zavallılar… Siz ki bir zamanlar madur edebiyatı yaparak nice insanın duygularını sömürüp onları birer basamak olarak kullananlar… 

            Ama amacınızı biliyorum. Cübbeli Ahmet Hoca’nın bu cemaatin başına geçmesini istemiyorsunuz. Çünkü hem sizin yanlışlarınızı gözler önüne serip sizi eleştiriyor hem de sizin desteklediğiniz siyasi partiye karşı söz söylüyor, faaliyet yürütüyor. Siz dünyayı sizin yöneteceğinize inanıyorsunuz. Bu uğurda da bir alimin ortadan kaldırılması mübah size göre. Diğer taraftan da cemmatin başına geçebilecek ikinci adam hem sizin görüşünüzde hem de sizin partinizin şakşakçısı. Çamur at izi kalsın. Hele ki bahsettiğimiz memleket Türkiye ise…

            Sizden artık nefret ediyorum! Sizi Allah’a havale ediyorum. Artık gözümde, Hitler Almanyası tarafından soykırıma maruz kalıp, şimdi Filistin’e soykırım yapan İsrailden farkınız yok sizin! Onlar da çokça fakir edebiyatı yapıp bütün dünyanın duygularını sömürerek bu kadar zalim olma lüksüne sahip oldular… Siz de aynı şeyi bu ülke içinde yaptınız!

            Ama unutmayın, dere gider, kumu kalır! Güçlünün arkasında sırıtadurun siz! Bir gün teke tek atlama fırsatı buluruz elbet. O güne kadar badem bıyıklarınıza iyi bakın!








6 Aralık 2011 Salı

Ne Sen Leyla'sın Ne De Ben Mecnun

            Ne denir bilmiyorum. İnsanın kendine bir şeyler anlatabilmesi bu kadar zor muydu? Başkasından duymak mı bazı şeyleri daha bir katlanılır hale getiriyor ya da kabullenilir... Oysa denmesi gereken bir şeyler varmış gibi hissediyorum kendimi. Bu suskunluk, bu kırgınlık, bu bezmişlik neden, kimden, bilmiyorum. Sağlam bir aparkat yemiş ve yerde zihnini toparlamaya çalışırken, birer birer dokuza doğru ilerleyen sayıları karmaşık duygular eşliğinde duyan ve son bir kuvvetle, hakem dokuz demeden ayağa kendini kaldırmaya çalışan, kaybetmeye aşina olmuş başarısız bir boksör gibiyim. Her yanım kan revan. Etrafta bağırışlar, çağırışlar, kahkahalar, beddualar, yuhalamalar...

           Biliyorum, kalkarsam eğer, yiyeceğim kroşe, yediğim aparkattan daha çok canımı yakacak. Belki o zaman hakem dokuza kadar sayma zahmetinde bile bulunmayacak. Ve belki de kalkarsam, etrafımdaki benden umudunu kesmişler ringe beyaz bir havlu fırlatacak. Patlayan kaşım, zaten tüm gerçekleri görmemi engelliyor, ağzımdaki acı tat kendi kanım, ve durmadan vücudumda kalp gibi atan bu sancı belki de kendini koyvermiş bir kaburga kemiği... Biliyorum, inanın biliyorum,  ama her şeye rağmen yine, yeni, yeniden demek istiyor insan. Bir anlığına zihnini kandırarak, bir anlığına kendini pek güçlü bir varlık sanarak...



          Ah be dedem! Sen de olmasan...


          "Herkesin kurduğu, kimi küçük, kimi büyük hayaller vardır. Bu hayaller bazen gerçekleşir bazen de gerçekleşmez. Ama eninde sonunda insan mutlaka hayal kırıklığına uğrar. Uğraması da gerekir. Çünkü bu onu hakikate bir adım daha yaklaştırır, insan olduğunun farkına varmasını sağlar ve yeni hayaller kurmasını öğrenir.


          İşte sen de herkes gibi bütün hayallerinin gerçek olmasını istiyorsun. Ama bu mümkün değil evladım. Hayallerin gerçekleştikçe sen hep daha fazlasını isteyeceksin, hep daha büyük hayaller kurmaya çalışacaksın. Hiçbir şey sana yetmemeye başlayacak. Hayallerin giderek büyüyecek büyüyecek büyüyecek ve günün birinde mutlaka hayal kırıklığına uğrayacaksın. Unutma evlat, "hayallerin ne kadar büyük olursa, hayal kırıklıkların da o kadar gürültülü olur."    (L&M - Dede)