14 Ağustos 2012 Salı

YAŞLI ADAM ve KEDİ



Zaman akıp giderken, hangi yaşta olursa olsun, uzak diyarlara gitmek ister insan. Görmek ister çünkü kendinin dışında yaşanan hayatları, görmek ister başka iklimleri ve başka toprakları. Başka denizlerde yüzmek, başka yemişler, yiyecekler tatmak, başka bir şiveyi duymak ve taklit etmek ister. En çok da yalnız başınayken şimdi, düşünmek ister. Düşündükçe yaklaştığına, yaklaştıkça içini doğrultacağına inandırmak, bulunduğu kabın şeklini alacağından korkup, su gibi aziz, akmak ister. En çok da akan suyun bir gün elbet yatağını bulacağı gerçeği gibi, aktıkça bir yerden başka bir yere, kendini bilmek, tanımak ister.

            Her gidişin garantisi nasıl yoksa dönüşün de yoktur. İşte gidişlerin göğüs kafesinde bıraktığı tek korku da budur. Gitmek çünkü gerisini yok etmek değildir. Sanılanın aksine unutmak hiç değildir. Yeter ki bir atıf olsun yaşanmış olana… Öyleyse denebilir ki okunmuş bir kitap sayfasının çevrilmesinden ibarettir sadece geride bırakılanlar. Ne kadar sayfa çevirsen de yazılanlar nasıl ki aklındadır, ne kadar uzaklara gitsen de unutulmaz yaşanmışlıklar, unutulmaz beraber yaşanılan insanlar. Dönememek korkusu bir vicdan muhasebesidir hâlbuki. Muhasebeler hep bir şeylerin eksikliğindendir. Tam manasıyla sarılınmamış biri vardır geride belki ya da içten bir sevgi sözünden mahrum bırakılmışı... En çok da günahlar ve pişmanlıklar… En çok da ölümün soğuk yüzüne bir türlü hazır olunamayışlar.

            Zihninde bütün bu düşünceler, önce etrafa ani bir hızla dağılıp, sonra kuvvetle çekilen ve birbirine sarmalanan, iç içe geçen ve yeni fakat anlamsız bir hal almış eşya gibi bir yumak haline geldiği an, altmış yaşını aşmış bir turistin sorusuyla şimdiki zamana döndü genç adam. Ona bir isim düşünemedim. Düşünmek de istemedim zira. İsmi ya da cisminin bir önemi yok. Çünkü o şimdi sadece yaşamışlar içinde bir yaşayan, ölmüşler arasında bir ölümlüdür. Gerisi lüzumsuz bir kimliğin doldurulması beklenen boşlukları…

Biraz muhabbet ettiler. İlkin “nereye gidiyorsun?” diye sormuştu yaşlı kadın genç adama. Türkçesi gayet iyiydi. 1 yıldır öğrenmeye çalışıyoruz demişti yaşlı kadın. Yanındaki adamın kocası olduğunu belirtti ve gülerek gerçekten de çok zor bir dil dedi Türkçe için.

            Kadın ne kadar cana yakın ve güler yüzlü ise kocası bir o kadar soğuk ve asık suratlıydı. Sakallı ve gözlüklü bu adamın ağzından şimdiye kadar tek kelime çıkmamıştı. Ne Türkçe ne de Almanca… Aslında yüzünde insana tebessüm ettiren bir şirinlik vardı adamın. Torunlarını severken hayal etti adamı genç adam. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Kadın kendi üzerine alınmış olacak ki iyi konuşamıyoruz halen daha, değil mi? dedi. Adamsa hep susuyordu. Genç adam kendinden hoşlanmadığını düşünüp muhabbeti uzatmadı. Hamburglu bu çifte samimi bir tebessümle iyi geceler dileyip yan taraftaki büfeye doğru ilerledi. Bir pet şişe su aldı ve büfenin hemen yanındaki banka oturup içmeye başladı. Gündüz en ufak bir hareket sonucu insanı sırılsıklam eden o sıcak havanın yerini şimdi, gecenin ortasında serin ve hafif rüzgârlarla teni okşayan güzel bir hava almıştı. Ama genç adam bu kasabada alışık olmadığı bu hava nedeniyle günlerini adeta hiçbir şey yemeden sadece bir şeyler içerek geçiriyordu.

           Genç adam az önceki gibi derin ya da tuhaf düşüncelere döner gibi oldu. Ardında bıraktığı yerleri ve insanları düşündü. Yapayalnız, gecenin bir yarısı sadece haritadan bildiği bu kasabanın küçük ve sakin otogarının girişinde beklerken aslında yaşamanın ne kadar geniş bir yelpaze olduğu kanısına vardı. Herkes yaşıyor ve geri kalan herkes tek tek bu ayrı hayatların figüranı oluyordu. Dünya, milyarlarca merkezi olan bir çember gibiydi.

            Genç adam gecenin ona katmış olduğun bu olgunluk ve duygusallıkla düşüne dursun, güler yüzlü yaşlı alman kadın o esnada çantasında çıkardığı simitten bir parça kopararak salına salına otogarın önündeki asfaltta ilerleyen ne yavru ne de yetişkin denebilecek bir kediyi yanına çağırmakla meşguldü. Somurtkan eşi de içinde bir şey varmış gibi elini yere doğru uzatmış aynı şeyi yapıyordu. Ama bir türlü yanaşmıyordu onlara kedi. Yanaşmak bir yana onları adeta umursamıyordu. Salına salına hemen bu çiftin oturdukları bankın arkasından yana doğru uzanan çiçeklerin arasından girip gözden kayboldu. Biraz sonra aynı yerden çıktı ve uykusu gelmiş bir insan gibi ayaklarını kırıp asfaltın üzerine oturdu ve yarı kapalı gözleri ile etrafı izlemeye başladı. Yaşlı kadın da bu umursamazlığa direnemeyerek ve kedinin onlara yanaşmayacağını anlayarak biraz buruk, biraz da kediye misilleme yapar gibi umursamaz bir halde elindeki simit parçasını kedinin önüne atmış, çantasından otobüs biletini çıkarmış, eşiyle Almanca bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Bir buçukta gelmesi gereken otobüs görünürde yoktu. Etrafa kaygıyla bakındılar ve Almanca bir şeyler daha konuşup banka yaslandıktan sonra ayaklarını uzatıp, kollarını vücutlarına sarıp sessizce beklemeye başladılar.

            Otogarın diğer köşesinden genç adam ve yaşlı bu alman çifte doğru oldukça kısa boylu bir adamilerliyordu. Genç adam çoktan onu fark etmiş ve ona odaklanmıştı. Bir şeyleri beklerken insanları izlemekten zevk alırdı. Muhakkak ki o da bir şeyleri bekleyen birileri tarafından çokça izlenmiştir. Sonra, dışardan nasıl göründüğünü, kim ya da ne sanıldığını, başkalarının tuhafına gidecek bir şeyler yapıp yapmadığını düşündü. Şimdi esmer tenli ve yaşlı olduğu anlaşılan beyaz takkeli bu adamın aslında hiç de kısa boylu olmadığını anlayınca, içinde bir acıma duygusu belirdi. Adamın diz kapaklarına sarılmış kauçukları ayaklarıymış gibi kullanışı her ne kadar bir mücadeleden çıkılmış zafer ise de genç, yine de elinde olmadan acıdı adama. Diz kapaklarından aşağısı olmayan bir adama acımak duygusu adam yaklaştıkça bir kat daha arttı gencin içinde bir yerlerde. Önce ellerini yumruk yaptığını sanan adamın bileklerinden aşağısının olmadığını fark etti. Ellerine, diz kapaklarından aşağısına baktı. Şükretmek için bile utandı. İçi tuhaf bir duyguyla sarmalandı.

            Kıyafetleri eski ve eski adamlar gibi beline bir kuşak bağlamış bu adam gelip alman çiftin oturduğu bankın yanında, yere, asfaltın üstünde durdu. Oturdu. Derin bir nefes aldı. Serin hava terlemesini engelleyememişti. Alnındaki terini, kuşağının arasına sıkıştırdığı takkesi gibi beyaz mendili iki elini kullanarak şaşılacak bir kolaylıkla çıkarıp sildi. “Sen geceyi bunun için yaratmadın. Bizi affet!” dedi. Adamın bu sözlerinden ne kadarını anladığı bilinmez, yaşlı kadın hemen adama dikkat kesildi. Hatta onu tam görebilmek için, elini eşinin dizine koyup biraz kendini öne çekip eğildi. Eşi ise aynı yaşam belirtilerinden uzak mimikleriyle, adama şöyle bir-iki saniyelik bir bakış atıp elindeki otobüs biletini incelemeye devam etti.

            Kedi… Genel bir kanıyla nankör olarak addedilmiş bir hayvan olan kedi… Özel olarak etrafındakilerce “umursamaz” yaftası yapıştırılmış işte o kedi, Alman kadının şaşkın bakışları arasında sırnaşa sırnaşa ilerledi. Yaşlı adamın tam önünde durdu.Adamın onu sevmek için uzattığı kollarına önce kafasını eğip boynunu uzattı. Kendini sevdirmek istediği her halinden belliydi. Ya da yaşlı adamın sevgi belirtilerine karşılık veriyordu sadece. Sonra kabarıp kuyruğunu bir akrep gibi kaldırarak gözleri kapalı bir şekilde biraz durduktan sonra adamın kollarından boynunu kurtardı ve adamın bileklerinden kesik, bir çocuğun yumruğunusıkmış hali gibi görünen kollarını yalamaya başladı.

             Adam, adeta içindeki tüm şefkatle kediye bakıyor, genç adamın duyabileceği bir sesle "Ya Rabbim! Sen neler yaratırsın.” diyor ve kedinin her hareketinden sonra sesli sesli gülüyordu. Kollarının ucuyla kedinin başını okşarken kedi biraz daha ilerliyor ve şimdi adamın baldırları üstüne çıkıyor, arka ayaklarını kırıp kuyruğunu dolayarak oturuyordu. Adam iki koluyla kedinin başını be boynunu aynı anda okşuyor ve arada eğilip kedinin başını öpüyordu. Alman kadın şaşkın şaşkın genç adama bakıp gülümsüyor, adeta yüz ifadesi ile bu tablonun kaçırılmaması gereken bir an olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Genç adamsa adamın mı yoksa kedinin mi karşısındakine şefkat gösterdiğini anlamaya çalışıyordu. Ve şimdi acımak duygusunun aslında ne kadar atıl bir şey olduğunu anlıyordu. Herkes acıyabilirdi çünkü. En gaddar insan dahi... Bir cellat dahi indirirken baltayı hükümlünün boynuna, ufak da olsa acıyordur boynu vücudundan ayrılan adama. Oysa şefkat göstermek böyle bir şey değildi. Ne kedinin ne de esmer, takkeli bu yaşlı adamın yaptığı birbirlerine acımak değildi.

             Adam kedinin sırtını okşamaya dursun, kediyle konuşmaya, ona bir şeyler fısıldamaya başlamıştı. Dediklerinin bazıları anlaşılmıyordu. Sonra dalgın dalgın kediye bakarken “ne evin var ne barkın. Ne araban ne paran… Ne ayakkabın ne kıyafetin... Bir postun var, bir de karıştıracağın çöpler. Biz öyle miyiz? Ev için çalış, araba için çalış, para için çalış, yeni elbise için çalış… Eeee? Biz de ölüyoruz. Senin kadar olamadık ha!” diyordu. Kedi halinden memnun anlar gibi gözlerini kısıyor ha bire başını adamın kollarına sürtüyordu. “sana” diyordu genç adama kediye, “kimi kedi der, kimi tekir, kimi pisi pisi der kimi tüy yumağı” gülerek ona şaşkın şaşkın bakan alman kadını işaret ederek de “aha bunlar da ‘ket’ der sanabiliyon mu?”. Şimdi adam gibi Alman kadın da gülüyordu. “Biz İngiliz değiliz.” dedi kadın tebessümle ama dizinde oturan kediye odaklanmış yoksul görünümlü adam duymadı onu.

            Genç adam çantasından fotoğraf makinesini çıkarıp yaşlı adamla kedinin resmini çekmeye karar verdi. Çantasını sırtından çıkardı. Çantayı ortada kaçırılan bir fırsat varmış gibi hızla açtı. Ama düşündü sonra. İçinden bir ses bunu yapmaması gerektiğini söylüyordu.Bu fotoğrafın amacı neydi? Yada bunu birine gösterirken ne diyecekti? Dizden aşağıya ayakları kesilmiş olan gariban bir adam olmayan elleri ile kedinin başını okşamaya çalışıyor. Ne kadar ilginç değil mi? Mi diyecekti. Etrafındakiler de ah ne yazık. Allah korusun cevabını mı verecekti. Hep beraber adama birkaç dakika acıyıp(!) kendilerini mi onurlandıracaklardı? Vicdanlarını tatmin mi edeceklerdi? Öyle ya… Başka ne olacaktı ki?

            Oysa gariban kimdi ve kimdi acınacak olan? Düşünüyordu genç adam. Adamın söylediklerini başa sarıp sarıp düşünüyordu. “Biz” demişti yaşlı adam “paradan başka bir şey mi istiyoruz Yaradan’dan?”. Genç adam düşünüyordu. “biz” demişti çünkü yaşlı adam “günün de gecenin de kıymetini bilmiyoruz senin kadar.” Düşünüyordu genç adam. Ayakları üzerinde doğrulup, ellerini açıp gökyüzüne bakıyordu şimdi yaşlı adam. Ağaçların yaprakları hafif hafif kıpırdıyor, gir gide artıyordu rüzgâr. Her şey eskiye dönüyor, şimdi fotoğrafta siliniyordu genç adama. Sanki dışardan bakıyordu artık kasabaya. Arabalar ata dönüşüyordu şimdi otobüsler at arabalarına. Otobüs terminalinin sıvalı duvarları örme taşlar oluveriyordu, boyaları rüzgârda silinip kaybolurken. Etraftaki ağaçlar yükseliyor ve yaşlanıyordu. İnsanların kemerleri kuşağa, ayakkabıları çarığa, sırt çantaları heybeye dönüşüyordu. Elbiseler bollaşıyor ve uzuyordu. Herkes daha bir heybetli görünüyordu. Elbiselerin renkleri soluyordu. Sakalları uzuyordu erkeklerin ve kadınların etleri git gide örtülüyordu. Gözlerine sürme düşüyordu her birinin ve her birinin uzuyordu saçları. Sokak lambaları sönüyor ve etraftaki büfelerin lambaları kandil oluyordu. Estikçe rüzgâr, şimdi gölgeler dalgalanıyordu. Asfalt ufalanıyor, toprak oluyordu. Toprak, rüzgârla savrulup yüzlere dokunuyordu. Ten sertleşiyor, bakışlara şefkat doluyordu. Yaşlı ama heybetli bir adam, kucağındaki kedinin başını uzun parmaklı elleriyle okşaya okşaya, bir oda tavanı yakınlığındaki parlak yıldızların altında tebessümle karanlığa doğru ilerliyordu. Elbiseleri rüzgârda savrulurken, geride bu cismaniyeti yadırgayıp inleyen çok daha küçük bir kasaba bırakıyordu.

            Genç adam, yaşlı adamın arkasından bakarken, üzerinde  “G… A…” yazan bir at arabasının geldiğini fark ediyor, heybesini sırtına atıp ağır ağır yerinden doğruluyordu. Saat kaçtı şimdi bilemiyordu. Ama beyninin bütün kıvrımlarıyla şimdi sadece düşünüyordu. Artık aradığı şeyi bulacağına inanıyordu. Daha pek çok ufkun altına serilmiş topraklara ayak basacağını biliyor ve şimdi sadece yaşamanın umrunda* olması gerektiğine inanıyordu.

           Çünkü “Ne kadar az düşünüyorsunuz!”** diyordu kitap.

           Ola ki düşünürsüzün!