26 Mayıs 2011 Perşembe

geceleyin öten cırcır böceği

          deneme sınavları her zaman için “idare eder”dir. sınav sonraları, cevap şıkkını değiştirdiğin, doğruyken yanlış yaptığın bir iki soruya hep üzülürsün. ve doğru cevapları artık aklına kazıdığını sanırsın. iki gün geçer, o günü anlatırken değil cevabı, soruyu bile hatırlamadığını fark edersin. tuhaftır insan. ben de tuhafım bu konuda. bazen ders dinlerken kursta, hocaların verdiği enteresan bilgilerin bir yarışma programında karşıma çıktığını ve tak diye cevabı verdiğimi hayal ederim. ne büyük orgazm… “ekran başındaki sevgili seyircilerimiz”e, ya da sadece “sevgili seyircilerimiz”e, hadi tam olsun bari “yetmiş milyon”a parmak ısırtmak saadeti… “bunların hepsi bilgi…” demek, bakışlarınla dördüncü kameraya…

          ama unutuyorsun işte. o kadar çok şey atmaya çalışıyorsun ki her gün içine, sonra “beyin bedava” oluyorsun. bu aralar da mühendisler şizofreni hırkaları dikiyormuş. giyince unutuyormuşsun. öyle diyor mustafa akar… gömlekten bulamadık ama fark ettim ki gene de unutuyoruz. giydiren sağlam giydirmiş bize demek ki. gömlek falan hikaye...

          biniyorsun vapura, kadıköy’den beşiktaş’a… kafan pek çok şeyde… ara ara yokluyorlar. trabzonda şimdi yağmur yağıyordur. rahmettir yağmur. kara bulutlarsa laneti simgeler. tam manasıyla bir tezat. bir otobüsün camından bakarken dönüyorsan giresun sahilinden trabzon’a doğru, “eyvah!” dersin, “acep nedir bu bulutların meramı? ne istiyorsunuz güzelim şehrimden?”. şimdi babam, küçük esnaf, meşhur parçacı osman, dükkanın aralığından sokağa bakıyordur. ödemeleri birikmişse bu ay, dertlidir. ama o, dertlerini bir sigarayla savuran adamlardan değildir. trabzon’da şimdi yağmur yağıyordur. belki de sağnak sağnak düşen rahmetle beraber, babamın alnı secdeye gidiyordur. metal, kauçuk ve yağ kokan dükkana şimdi gül kolonyası kokusu yayılıyordur. birazdan bana dua edecektir.

          vapura biniyorsun ve büyüyorsun. bir medeniyetin kalıntıları arasından geçerken karşındaki çiftin samimi bakışlarına takılıyorsun. sevmek, sevildiğin sürece mi güzeldir sadece? "babam bu kadar güzel pasta yapmayı nerden öğrendi?" bu ışıltılı gözler de bir gün acıyla bakacak mı? güneş gözlerine alır, güneş gözlerini kamaştırır, güneş gözlerini ağrıtır ve sen kız kulesi’nin önünden, “alışmış” ve “unutmuş” bir adam olarak geçersin. süleymaniye’nin minarelerinde heybet vardır gene. süleymaniye’nin kubbesinden mevlana bakar. “heybet” in mezarını gölgeler sinan’ın ölümsüzlüğü. devşirme sinan’ın gerçek adı nedir ki acaba? dedim ya, unutuyorsun.

          çocuğunun lösemi olduğunu iddia eden bir kadın vapur ahalisine seslenir. cebindeki üç-beş lirayı yoklarsın. bilsen doğru söylediğini, çıkarıp verirsin. ya da vermezsin. vermen midir önemli olan, yoksa neden verdiğin midir bilmem. ama kadının derin nezaketi ürkütür seni. “ben bir anneyim!” der kadın. aklına annen gelir. çok zamansız gitmiştir annen almanya’ya. tadını çıkarsa bari. annen aklına gelir ve sen, “ben bir anneyim!” diyen kadını unutursun. inönü stadı'nın tepesindeki o iğrenç binaya takılır gözüm. şimdi “v” olsaydı bu vapurda, parlamentodan önce, iner inmez bu modern katliamı uçururdu havaya. çarşı bu katliama da karşı mıydı? hatırlamıyorum.

          insanlara ayakkabı, çanta, cüzdan, kemer satarsın sonra, yakın bir arkadaşının ufak ama önüne bol tezgah attığı dükkanında. hemen iskeleden çıkışta. karşılık beklemezsin. tek beklentin muhabbet... ettikçe yüzün gülmeye başlar. fiyatları öğrendikçe müşterilerin karşısına daha bir rahat çıkarsın. insanlarla muhabbet etmek güzeldir. aslında muhabbet etmek güzeldir. karşındaki bir sardunya olsa fark edecek mi? fiyatları beğenmediklerinde söyleyeceğin bir iki klişe cümle vardır. bu klişe sözleri söylemeye “işi öğrenmek” denir. “aynısı falan yerde yirmi beş lira, sizde neden kırk?” diyen kadına, “serbest piyasa ekonomisi abla!” diyemezsin. malların kalitesinden bahsetmek zorundasındır. ve bir de ufak, kardan çok şey götürmeyecek indirimler… nihayetinde biliyorsun ki onu yirmi beş liraya alabileceği bir yer yoktur. senin klişelerin varsa, anlarsın ki onlarında var. çünkü sen de zaten onlardansındır. bu rol değişiminden etkilenirsin kısa bir süreliğine sadece. ama geçer! nasıl ki şimdi, almayı çok isteyip de sana pahalı gelen bir ayakkabının fiyatını indirmek için sıraladığın cümleleri unutup, şimdi sana aynını yapan insanları yadırgıyorsan, bu yadırgayışını da unutacaksın ve kısa bir zaman sonra yine bir satıcının karşısına aynı klişelerle bir alıcı olarak çıkacaksın. hayatı su gibi yaşarsan, her zaman içinde bulunduğun kabın şeklini alırsın ve muhtemelen senden adam olmaz. benden mi? benden zaten olmadı.

          öyle insanlarla karşılaşırsın ki, yaptığın işe ciddi ciddi bağlanırsın. bu işi yapmak, sosyoloji okumak gibi bir şeydir artık sana göre. insan davranışları üzerine sağlam bir tez yazabilirsin. ya da sen bu işe böyle bir anlam yükleyerek boş işlerle uğraşmıyorum izlenimi bırakmak istersin etrafındakilere. tamam, biraz abarttım, farkındayım. ama bir şeyler öğrenirsin hakikaten. sevgilisinin yanında ağzını açamayan erkekler çıkar arada. bir genç seni kenara çekip, kulağına: “kardeş, ben bu lacivertlere bayıldım, ama kız arkadaşım tutturdu ikimiz de aynı renk alacağız diye. ben, beyaz converse giymem, sevmem beyaz ayakkabıyı. sen bakıp beyazın kırk iki numarası kalmadı desene. yap bir güzellik ya!” dediğinde nasıl hissedersin? ya da bir şey öğrenmiş sayar mısın kendini? seni bilmem, ama ben sayarım. ya da pembe bir çantaya ışıltılı gözlerle bakan kapalı bir ablanın kocasının “ya bırak pembeyi falan. bu ne allah aşkına? yolda yürürken yüz metreden parlar bu. adam gibi bir şey al. kardeşim bunun siyahı veya laciverti yok mu?” demesiyle o kadının gözlerinin nasıl baktığını başka bir şekilde öğrenebilir misin? öğrenemezsin. siyahından varsa da yok dersin. bu adamın o pembe çantayı bu kadına almayacağını bilirsin, var dersen de, bu sefer istemediği halde, bir kadına siyah bir çanta satmış olacağını bilirsin. “yok abi” dersin, “bu çantanın genelde böyle yazlık renkleri var.”

           beşiktaş sahili yavaş yavaş boşalır. kapatma vaktinin geldiğini anlarsın. hava soğur. yazlık ceketini giyersin. elin radyoya gider. hangi frekansta hareketli bir parça bulursan orada durursun. bazen dışardaki malzemeleri dükkana taşırken biri gelir bir ayakkabının fiyatını sorar. görkemli bir alış-veriş merkezinin içinde ciddi bir markanın satış mağazasıymış gibi “abi satışlarımız bitti. kasayı saydık.” dersin. adam tuhaf tuhaf yüzüne bakar. giderken kim bilir nasıl yaratıcı küfürler edecektir. belki de ardından attığınız kahkahaları duyunca bir an geri gelip iki çift laf söylemeyi bile düşünebilir. modern bir mağazada söyleyince anlayışla karşılanıyor ve hatta nezaketten kırılarak “gördün mü geç kaldık, yarın kaçta açıyorsunuz acaba?” diyorsun da, bizim gibi tahta tezgahlarda, çakma mallar satan adamlar söyleyince neden zoruna gidiyor? oradaki satış elemanının benden üstünlüğünün sebebi, iş yaptığı markanın ona verdiği üstüne ismi yazılı tişört mü? değil. tek neden kapitalizm! “kimsesiz bir yolda yürürken, ayağınız bir taşa takılıp düştüğünüzde, o taşın bile hesabını kapitalizmden sorun.” benden söylemesi.

          bir sigaralık mesafede oradan buradan muhabbet edersin. sonra beraber dolmuşa binersin. konuşmadan gidersin, gün boyu muhabbet ettiğin insanla. konuşacak şey mi kalmadı acaba? oysa yarın da kapatana kadar konuşacaksındır. sebebini bilmiyorum ama konuşmazsın işte. herkes dolmuşta düşünür galiba.

          sen levent’te inersin, sallana sallana gültepe’ye doğru yürürken, arkadaşın sarıyer’e doğru devam ediyordur şimdi. bir an o kimsesiz ve karanlık kaldırımdan ağır ağır ilerlerken bir ses duyarsın. kulağına çok tanıdık gelen bir ses... sağında asfalt yollar, yolları aydınlatmak için dikilen taş direkli uzun lambalar, köprü parmaklıkları, daracık ve bir duvar dibine iliştirilmiş kirli kaldırımlar, bir şantiyenin etrafını saran uzun, çelik bariyerler, bariyerlerin üstüne iliştirilmiş alakasız reklamlar, ligin bitimiyle eğreti yazılarla yazılmış sloganlar, ara ara hızla geçip giden ve geç saate rağmen “dolmuş” kelimesinin hakkını veren dolmuşlar ve levent’ten gültepe’ye döndüğünün ispatı olan, gittikçe seyrekleşen uzun, modern ve bir o kadar da klişe olan, zevksizlik abidesi yontma binalar… sağında ise iki büyük binanın arasındaki çıkmaz sokağa dikili ağaç, ve sokağın yarısını aydınlatan sarı bir sokak lambası, şimdi geride kalmış binanın duvarını işgal etmiş sarmaşık, ve burada ne aradığı ciddi bir kavram karmaşası haline gelen ve geceleyin ötmeye devam eden cırcır böceği.

          o sesle gerilere gidersin. nevruz’un ne olduğunu dahi bilmediğin o yıllarda baharın gelişini akşam ezanından sonra oynadığın saklambaçlarla kutlamışsındır hep. komşuların evlerinden ve bilindik meyve ağaçlarından sınırlar çizersin ve kararlaştırılan mekanda çocuk yaşta saklanmayı öğrenirsin. saklanmak, senin en çok sevdiğin ve en iyi yapabildiğin şey olana kadar saklanırsın. bulunamadığında ise kendini ele vermek için ufak hatalar yaparsın. çünkü her ne kadar saklanmak olsa da amacın, seni arayanın artık umudu yoksa seni bulacağından, bu umursamazlığa ve uzamaya başlayan bu yalnızlığa artık katlanamazsın. ya çıktığın ağacın dalını oynatırsın, yalancıktan kendini ele verirsin, ya da girdiğin kuytuda hapşırmayı denersin. ama her defasında, hangi akşam olursa olsun, saklandığın yerde soluklarına eşlik eden bir ses hep vardır. geceleyin öten cırcır böceği. işte bu ses, saklanmak dürtüsü gibi siner içine. ve bir gece, evine doğru yürürken ve yine saklanıyorsan bir şeylerden ve her defasında kaçmadığına, saklanmadığına inandırıyorsan kendini, bir anda o ses kendine getirir seni. şimdi saklandığın yerden çıkmak istersin. ancak umursanmamak ve yalnızlık, çocukluğundaki kadar uzak gelmez sana. ya alışıyorsundur ya da unutuyorsundur.

          büyüdüğünü anlarsın. kafanın içinde cümleler akmaya başlar. bu basit sesin seni götürdüğü yılları düşünürken tekrar tekrar, on – on beş yıl sonra, başka bir yerde, başka bir günü yaşadıktan sonra evine doğru ağır ağır yürürken, bu sesin sana bu günü hatırlatıp hatırlatmayacağını ve hatırlatırsa sana neler hissettirebileceğini merak edersin. hatırlatırsan, hissedebilirsen ne ala…

          geceleyin öten cırcır böceklerini duyuyorsanız eğer, bilin ki siz de saklanmışsınız ve artık etrafınızdakiler sizi bulmak veya saklandığınız yerden çıkartmak konusunda umutsuzdurlar. yalnızlıktan ve umursamazlıktan sıkılmıyorsanız da çıkmanız için bir sebep yoktur. ama bir de bile bile kendini sobeletip, başkalarını saklandığı yerde bulmak veya onları bulundukları kuytudan çıkartmak için uğraşmak vardır, onların da yalnızlıktan sıkıldığını ve umursanmak istediğini hatırlayarak…

1 yorum:

  1. Enes süper bir yazı olmuş. eline ve o güzel düşünme kabiliyetine sahip beynine sağlık kardeşim benim. bu yazı ile bi ses çıkardın yine o cırcır böceğinin öttüğü gecede ve sobelendin. sağlıcakla kal.

    YanıtlaSil