4 Aralık 2012 Salı

ÜÇ GÜN

Ben seni üç gün bir tren garında
Ayakta beklemiş olabilirim.
Sevgililer ayakta karşılanırdı Anadolu’da
Ve sana her yeni gelen trenle
İçimde büyüyen heyecan için 
Çok teşekkür ederim.
Sonrasındaki hayal kırıklıklarını unut
Bilirsin işte… Umut…
Üzerine başka duygu konduramıyorsun
Bazen de soğuk peronlarda üşüyorsun
Yağmur yağınca hırçınlaşıyor insan
Sigara dumanıyla yuvarlak halkalar yapmak da 
Eskisi kadar popüler değil artık
Hem tanırsın beni 
Enseme değen her ıslaklığa illet olurum. 
Ama dayanıyorsun işte bir şekilde
Ve dayandıkça ıssızlaşıyor raylar
Rayların titreyişini özlüyorsun
Sanki hızı kesiliyor da tüm trenlerin
Bir türlü gelemiyorsun
Aslında gününü saatini bilsem 
Haklısın olmazdı böyle
Ama gelmediğin her trenle 
Elimde olmadan kışı erken getiriyorsun. 
Çünkü ben seni bir tren garında
Hüzünle ve heyecanla; umutla ve hayal kırıklıklarıyla
Tam üç gün beklemiş olabilirim
Ve sen
O trene hiç binmemiş bile olabilirsin.

Ben seni üç gün her iş çıkışında 
Sokağın köşesinde beklemiş olabilirim 
İnsanlar tuhaf tuhaf bakar 
Köşe başlarında boş boş dikilen adamlara
Oysa sana, her saat ve adres soran insanın 
Nezaket dolu Türkçe’si için 
Çok teşekkür ederim. 
Büyük şehirlerin hengamesi işte
Sıkılmıyorsun
Ama an geliyor o kalabalıkta kendini
Yapayalnız hissedebiliyorsun
Bazen yaşlı bir kadın yüzüne bakarak
Söylene söylene geçip gidiyor yanından 
Duymazlıktan gelsen de utanıyorsun
Ve sen utandıkça
Saat iş çıkışında takılıp kalıyor
Kalabalıklar arasında seni gözden kaçırabilirim
Hem tanırsın beni 
Yolda yürürken babamı bile fark etmeyebilirim
Çalıştığın iş yerini ve çıkış saatlerini bilsem 
Haklısın olmazdı böyle
Saat altıya yanaştıkça 
Sokaklar, arabalar, insanlar üstüne üstüne geliyor
Bir de taksi, otobüs ya da metro kullanma ihtimalin…
Çünkü ben seni iş çıkışlarında 
Bir sokağın köşesinde sorgulayan bakışlar altında
Tam üç gün beklemiş olabilirim
Ve sen 
Bu şehirde yaşamıyor dahi olabilirsin 

Ben seni üç gün bir sinema önünde 
Elimde iki biletle beklemiş olabilirim
İlk sinemayı erkekler ısmarlardı eskiden
Ve sana, çiftlerin kritikleri esnasında
Sonunu öğrendiğim altı film için
Çok teşekkür ederim
Bizim filme giden yoktu galiba 
Merak etme
Hem öğrensem de bilmezlikten gelirim
Şaşırabilirim hatta sana fark ettirmeden
Bazen seninle el ele film afişlerine bakmak geçiyor içimden 
Bir alana bir bedava günlerini beklemek de 
Arada gözlerim suni bir güzele çarpıyor
İğreniyorum tüm kadınlardan 
Beni tanırsın
Eğreti karakterlerden oldum olası hazzetmem 
Bir de her gün başka bir kızla aynı filme gelenlerden
Ama sabrediyorsun işte 
Sen sabrettikçe eskiyor elindeki biletler 
O gün filmi oynatmayacaklarından korkuyorsun
Yönetmeni uluslararası bir ödül alsa da 
Her şey artık taleple alakalı biliyorsun
Sağlam bir sevişme sahnesi de yoksa 
Sınırlı demektir zamanımız gerçekten
Halbuki ne tarz film sevdiğini bilsem 
Haklısın olmazdı böyle
Gece seansları başladığında
Sigara dumanı yakmaya başlıyor gözlerimi
Güzelce katlayarak biletleri 
Ceketimin iç cebine koyuyorum 
Bir de filmin hangi sonla bittiğini
Çok ama çok merak ediyorum
Çünkü ben seni bir sinema önünde
Elimdeki biletlerle ve uçarı hayallerle
Tam üç gün beklemiş olabilirim
Ve sen, 
O filmin sonunu daha önce görmüş olabilirsin.

Ben seni üç gün bir çay bahçesinde 
Tepeden bir şehre dalmış vaziyette beklemiş olabilirim
Mimarları güzel, kendileri renksiz binalarla dolu olsa da 
Ve sana, seyyar satıcılık yapan 
O dünya tatlısı çocukla ettiğim güzel muhabbet için
Çok teşekkür ederim. 
Ne kadar çok kazanırsa 
O kadar uzaklaşacak okuldan, biliyorum
Bazen hiç ummadığın anda ve mekanda
Yalnızlığını paylaşacağın biri çıkıveriyor karşına
İçin böyle bir tuhaf oluyor, seviniyorsun
Ve sen sevindikçe 
Mimarları kadar güzel oluveriyor tüm şehir
Limanlara koca koca gemiler yanaşırken
Garsonlar çayını kıvamında getiriyor
Beni tanırsın
Çayı hep ince belli bardakta bir buçuk şekerli içerim 
Bu nedenle hiçbir zaman 
Gerçek tadını alamayacakmışım
GDO’lu bir neslin takıldığı meseleye bak 
Buraya daha önce gelip gelmediğini bilsem 
Haklısın olmazdı böyle
Çay bayatlamaya başladığında
Gök yüzü kararıp sahil yolu ışıldadığında
Sigara paketim bitmeye yakın 
Sebepsiz bir hüzün kaplıyor içimi
Engel olamıyorum 
Çünkü ben seni bir çay bahçesinde
Bu olabildiğine çarpık kentleşen şehre dalıp 
Tam üç gün bir umutla beklemiş olabilirim
Ve sen
Daha önce buraya hiç gelmemiş
Ve çayı daima şekersiz içiyor olabilirsin

Ben seni üç gün bir telefonun başında 
Karmaşık duygularla beklemiş olabilirim
Mektuplaşmak da artık maalesef uçarı bir hayal 
Ve sana, operatörümün kampanyalarından 
Anında haberdar olduğum için
Çok teşekkür ederim.
Ettiğim küfürler kaydedildi mi bilmem
Hiç de pişman değilim 
İnsanları bu denli rahatsız etmek de neyin nesi 
Hem beni tanırsın 
Epilepsi hastasıydım küçükken
Bir de Karadenizli olmanın asabiyeti
Ama işte sakin kalmaya çalışıyorsun
Sen sakin kaldıkça beynine üşüşüyor ihtimaller
Bu meret gerçekten çekiyor mu her yerde? 
ÖSS’deki olasılık sorusunun cevabı neydi?
Gerçekten bu kadar mı umrunda değilim?
Ah bir yerlerden bulabilseydim numaranı
Haklısın olmazdı böyle
Saat geceyi vurduğunda 
Bütün hesaplar uyanışlara endeksleniyor
Çünkü ben seni bir telefonun başında
Bıkmadan ve hiç usanmadan 
Tam üç gün beklemiş olabilirim
Ve sen 
Numaramı bir yerlere kaydetmemiş olabilirsin.

Hatta ben seni sevmiş de olabilirim
Oysa sen 
Beni fark etmemiş dahi olabilirsin.

14 Ağustos 2012 Salı

YAŞLI ADAM ve KEDİ



Zaman akıp giderken, hangi yaşta olursa olsun, uzak diyarlara gitmek ister insan. Görmek ister çünkü kendinin dışında yaşanan hayatları, görmek ister başka iklimleri ve başka toprakları. Başka denizlerde yüzmek, başka yemişler, yiyecekler tatmak, başka bir şiveyi duymak ve taklit etmek ister. En çok da yalnız başınayken şimdi, düşünmek ister. Düşündükçe yaklaştığına, yaklaştıkça içini doğrultacağına inandırmak, bulunduğu kabın şeklini alacağından korkup, su gibi aziz, akmak ister. En çok da akan suyun bir gün elbet yatağını bulacağı gerçeği gibi, aktıkça bir yerden başka bir yere, kendini bilmek, tanımak ister.

            Her gidişin garantisi nasıl yoksa dönüşün de yoktur. İşte gidişlerin göğüs kafesinde bıraktığı tek korku da budur. Gitmek çünkü gerisini yok etmek değildir. Sanılanın aksine unutmak hiç değildir. Yeter ki bir atıf olsun yaşanmış olana… Öyleyse denebilir ki okunmuş bir kitap sayfasının çevrilmesinden ibarettir sadece geride bırakılanlar. Ne kadar sayfa çevirsen de yazılanlar nasıl ki aklındadır, ne kadar uzaklara gitsen de unutulmaz yaşanmışlıklar, unutulmaz beraber yaşanılan insanlar. Dönememek korkusu bir vicdan muhasebesidir hâlbuki. Muhasebeler hep bir şeylerin eksikliğindendir. Tam manasıyla sarılınmamış biri vardır geride belki ya da içten bir sevgi sözünden mahrum bırakılmışı... En çok da günahlar ve pişmanlıklar… En çok da ölümün soğuk yüzüne bir türlü hazır olunamayışlar.

            Zihninde bütün bu düşünceler, önce etrafa ani bir hızla dağılıp, sonra kuvvetle çekilen ve birbirine sarmalanan, iç içe geçen ve yeni fakat anlamsız bir hal almış eşya gibi bir yumak haline geldiği an, altmış yaşını aşmış bir turistin sorusuyla şimdiki zamana döndü genç adam. Ona bir isim düşünemedim. Düşünmek de istemedim zira. İsmi ya da cisminin bir önemi yok. Çünkü o şimdi sadece yaşamışlar içinde bir yaşayan, ölmüşler arasında bir ölümlüdür. Gerisi lüzumsuz bir kimliğin doldurulması beklenen boşlukları…

Biraz muhabbet ettiler. İlkin “nereye gidiyorsun?” diye sormuştu yaşlı kadın genç adama. Türkçesi gayet iyiydi. 1 yıldır öğrenmeye çalışıyoruz demişti yaşlı kadın. Yanındaki adamın kocası olduğunu belirtti ve gülerek gerçekten de çok zor bir dil dedi Türkçe için.

            Kadın ne kadar cana yakın ve güler yüzlü ise kocası bir o kadar soğuk ve asık suratlıydı. Sakallı ve gözlüklü bu adamın ağzından şimdiye kadar tek kelime çıkmamıştı. Ne Türkçe ne de Almanca… Aslında yüzünde insana tebessüm ettiren bir şirinlik vardı adamın. Torunlarını severken hayal etti adamı genç adam. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Kadın kendi üzerine alınmış olacak ki iyi konuşamıyoruz halen daha, değil mi? dedi. Adamsa hep susuyordu. Genç adam kendinden hoşlanmadığını düşünüp muhabbeti uzatmadı. Hamburglu bu çifte samimi bir tebessümle iyi geceler dileyip yan taraftaki büfeye doğru ilerledi. Bir pet şişe su aldı ve büfenin hemen yanındaki banka oturup içmeye başladı. Gündüz en ufak bir hareket sonucu insanı sırılsıklam eden o sıcak havanın yerini şimdi, gecenin ortasında serin ve hafif rüzgârlarla teni okşayan güzel bir hava almıştı. Ama genç adam bu kasabada alışık olmadığı bu hava nedeniyle günlerini adeta hiçbir şey yemeden sadece bir şeyler içerek geçiriyordu.

           Genç adam az önceki gibi derin ya da tuhaf düşüncelere döner gibi oldu. Ardında bıraktığı yerleri ve insanları düşündü. Yapayalnız, gecenin bir yarısı sadece haritadan bildiği bu kasabanın küçük ve sakin otogarının girişinde beklerken aslında yaşamanın ne kadar geniş bir yelpaze olduğu kanısına vardı. Herkes yaşıyor ve geri kalan herkes tek tek bu ayrı hayatların figüranı oluyordu. Dünya, milyarlarca merkezi olan bir çember gibiydi.

            Genç adam gecenin ona katmış olduğun bu olgunluk ve duygusallıkla düşüne dursun, güler yüzlü yaşlı alman kadın o esnada çantasında çıkardığı simitten bir parça kopararak salına salına otogarın önündeki asfaltta ilerleyen ne yavru ne de yetişkin denebilecek bir kediyi yanına çağırmakla meşguldü. Somurtkan eşi de içinde bir şey varmış gibi elini yere doğru uzatmış aynı şeyi yapıyordu. Ama bir türlü yanaşmıyordu onlara kedi. Yanaşmak bir yana onları adeta umursamıyordu. Salına salına hemen bu çiftin oturdukları bankın arkasından yana doğru uzanan çiçeklerin arasından girip gözden kayboldu. Biraz sonra aynı yerden çıktı ve uykusu gelmiş bir insan gibi ayaklarını kırıp asfaltın üzerine oturdu ve yarı kapalı gözleri ile etrafı izlemeye başladı. Yaşlı kadın da bu umursamazlığa direnemeyerek ve kedinin onlara yanaşmayacağını anlayarak biraz buruk, biraz da kediye misilleme yapar gibi umursamaz bir halde elindeki simit parçasını kedinin önüne atmış, çantasından otobüs biletini çıkarmış, eşiyle Almanca bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Bir buçukta gelmesi gereken otobüs görünürde yoktu. Etrafa kaygıyla bakındılar ve Almanca bir şeyler daha konuşup banka yaslandıktan sonra ayaklarını uzatıp, kollarını vücutlarına sarıp sessizce beklemeye başladılar.

            Otogarın diğer köşesinden genç adam ve yaşlı bu alman çifte doğru oldukça kısa boylu bir adamilerliyordu. Genç adam çoktan onu fark etmiş ve ona odaklanmıştı. Bir şeyleri beklerken insanları izlemekten zevk alırdı. Muhakkak ki o da bir şeyleri bekleyen birileri tarafından çokça izlenmiştir. Sonra, dışardan nasıl göründüğünü, kim ya da ne sanıldığını, başkalarının tuhafına gidecek bir şeyler yapıp yapmadığını düşündü. Şimdi esmer tenli ve yaşlı olduğu anlaşılan beyaz takkeli bu adamın aslında hiç de kısa boylu olmadığını anlayınca, içinde bir acıma duygusu belirdi. Adamın diz kapaklarına sarılmış kauçukları ayaklarıymış gibi kullanışı her ne kadar bir mücadeleden çıkılmış zafer ise de genç, yine de elinde olmadan acıdı adama. Diz kapaklarından aşağısı olmayan bir adama acımak duygusu adam yaklaştıkça bir kat daha arttı gencin içinde bir yerlerde. Önce ellerini yumruk yaptığını sanan adamın bileklerinden aşağısının olmadığını fark etti. Ellerine, diz kapaklarından aşağısına baktı. Şükretmek için bile utandı. İçi tuhaf bir duyguyla sarmalandı.

            Kıyafetleri eski ve eski adamlar gibi beline bir kuşak bağlamış bu adam gelip alman çiftin oturduğu bankın yanında, yere, asfaltın üstünde durdu. Oturdu. Derin bir nefes aldı. Serin hava terlemesini engelleyememişti. Alnındaki terini, kuşağının arasına sıkıştırdığı takkesi gibi beyaz mendili iki elini kullanarak şaşılacak bir kolaylıkla çıkarıp sildi. “Sen geceyi bunun için yaratmadın. Bizi affet!” dedi. Adamın bu sözlerinden ne kadarını anladığı bilinmez, yaşlı kadın hemen adama dikkat kesildi. Hatta onu tam görebilmek için, elini eşinin dizine koyup biraz kendini öne çekip eğildi. Eşi ise aynı yaşam belirtilerinden uzak mimikleriyle, adama şöyle bir-iki saniyelik bir bakış atıp elindeki otobüs biletini incelemeye devam etti.

            Kedi… Genel bir kanıyla nankör olarak addedilmiş bir hayvan olan kedi… Özel olarak etrafındakilerce “umursamaz” yaftası yapıştırılmış işte o kedi, Alman kadının şaşkın bakışları arasında sırnaşa sırnaşa ilerledi. Yaşlı adamın tam önünde durdu.Adamın onu sevmek için uzattığı kollarına önce kafasını eğip boynunu uzattı. Kendini sevdirmek istediği her halinden belliydi. Ya da yaşlı adamın sevgi belirtilerine karşılık veriyordu sadece. Sonra kabarıp kuyruğunu bir akrep gibi kaldırarak gözleri kapalı bir şekilde biraz durduktan sonra adamın kollarından boynunu kurtardı ve adamın bileklerinden kesik, bir çocuğun yumruğunusıkmış hali gibi görünen kollarını yalamaya başladı.

             Adam, adeta içindeki tüm şefkatle kediye bakıyor, genç adamın duyabileceği bir sesle "Ya Rabbim! Sen neler yaratırsın.” diyor ve kedinin her hareketinden sonra sesli sesli gülüyordu. Kollarının ucuyla kedinin başını okşarken kedi biraz daha ilerliyor ve şimdi adamın baldırları üstüne çıkıyor, arka ayaklarını kırıp kuyruğunu dolayarak oturuyordu. Adam iki koluyla kedinin başını be boynunu aynı anda okşuyor ve arada eğilip kedinin başını öpüyordu. Alman kadın şaşkın şaşkın genç adama bakıp gülümsüyor, adeta yüz ifadesi ile bu tablonun kaçırılmaması gereken bir an olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Genç adamsa adamın mı yoksa kedinin mi karşısındakine şefkat gösterdiğini anlamaya çalışıyordu. Ve şimdi acımak duygusunun aslında ne kadar atıl bir şey olduğunu anlıyordu. Herkes acıyabilirdi çünkü. En gaddar insan dahi... Bir cellat dahi indirirken baltayı hükümlünün boynuna, ufak da olsa acıyordur boynu vücudundan ayrılan adama. Oysa şefkat göstermek böyle bir şey değildi. Ne kedinin ne de esmer, takkeli bu yaşlı adamın yaptığı birbirlerine acımak değildi.

             Adam kedinin sırtını okşamaya dursun, kediyle konuşmaya, ona bir şeyler fısıldamaya başlamıştı. Dediklerinin bazıları anlaşılmıyordu. Sonra dalgın dalgın kediye bakarken “ne evin var ne barkın. Ne araban ne paran… Ne ayakkabın ne kıyafetin... Bir postun var, bir de karıştıracağın çöpler. Biz öyle miyiz? Ev için çalış, araba için çalış, para için çalış, yeni elbise için çalış… Eeee? Biz de ölüyoruz. Senin kadar olamadık ha!” diyordu. Kedi halinden memnun anlar gibi gözlerini kısıyor ha bire başını adamın kollarına sürtüyordu. “sana” diyordu genç adama kediye, “kimi kedi der, kimi tekir, kimi pisi pisi der kimi tüy yumağı” gülerek ona şaşkın şaşkın bakan alman kadını işaret ederek de “aha bunlar da ‘ket’ der sanabiliyon mu?”. Şimdi adam gibi Alman kadın da gülüyordu. “Biz İngiliz değiliz.” dedi kadın tebessümle ama dizinde oturan kediye odaklanmış yoksul görünümlü adam duymadı onu.

            Genç adam çantasından fotoğraf makinesini çıkarıp yaşlı adamla kedinin resmini çekmeye karar verdi. Çantasını sırtından çıkardı. Çantayı ortada kaçırılan bir fırsat varmış gibi hızla açtı. Ama düşündü sonra. İçinden bir ses bunu yapmaması gerektiğini söylüyordu.Bu fotoğrafın amacı neydi? Yada bunu birine gösterirken ne diyecekti? Dizden aşağıya ayakları kesilmiş olan gariban bir adam olmayan elleri ile kedinin başını okşamaya çalışıyor. Ne kadar ilginç değil mi? Mi diyecekti. Etrafındakiler de ah ne yazık. Allah korusun cevabını mı verecekti. Hep beraber adama birkaç dakika acıyıp(!) kendilerini mi onurlandıracaklardı? Vicdanlarını tatmin mi edeceklerdi? Öyle ya… Başka ne olacaktı ki?

            Oysa gariban kimdi ve kimdi acınacak olan? Düşünüyordu genç adam. Adamın söylediklerini başa sarıp sarıp düşünüyordu. “Biz” demişti yaşlı adam “paradan başka bir şey mi istiyoruz Yaradan’dan?”. Genç adam düşünüyordu. “biz” demişti çünkü yaşlı adam “günün de gecenin de kıymetini bilmiyoruz senin kadar.” Düşünüyordu genç adam. Ayakları üzerinde doğrulup, ellerini açıp gökyüzüne bakıyordu şimdi yaşlı adam. Ağaçların yaprakları hafif hafif kıpırdıyor, gir gide artıyordu rüzgâr. Her şey eskiye dönüyor, şimdi fotoğrafta siliniyordu genç adama. Sanki dışardan bakıyordu artık kasabaya. Arabalar ata dönüşüyordu şimdi otobüsler at arabalarına. Otobüs terminalinin sıvalı duvarları örme taşlar oluveriyordu, boyaları rüzgârda silinip kaybolurken. Etraftaki ağaçlar yükseliyor ve yaşlanıyordu. İnsanların kemerleri kuşağa, ayakkabıları çarığa, sırt çantaları heybeye dönüşüyordu. Elbiseler bollaşıyor ve uzuyordu. Herkes daha bir heybetli görünüyordu. Elbiselerin renkleri soluyordu. Sakalları uzuyordu erkeklerin ve kadınların etleri git gide örtülüyordu. Gözlerine sürme düşüyordu her birinin ve her birinin uzuyordu saçları. Sokak lambaları sönüyor ve etraftaki büfelerin lambaları kandil oluyordu. Estikçe rüzgâr, şimdi gölgeler dalgalanıyordu. Asfalt ufalanıyor, toprak oluyordu. Toprak, rüzgârla savrulup yüzlere dokunuyordu. Ten sertleşiyor, bakışlara şefkat doluyordu. Yaşlı ama heybetli bir adam, kucağındaki kedinin başını uzun parmaklı elleriyle okşaya okşaya, bir oda tavanı yakınlığındaki parlak yıldızların altında tebessümle karanlığa doğru ilerliyordu. Elbiseleri rüzgârda savrulurken, geride bu cismaniyeti yadırgayıp inleyen çok daha küçük bir kasaba bırakıyordu.

            Genç adam, yaşlı adamın arkasından bakarken, üzerinde  “G… A…” yazan bir at arabasının geldiğini fark ediyor, heybesini sırtına atıp ağır ağır yerinden doğruluyordu. Saat kaçtı şimdi bilemiyordu. Ama beyninin bütün kıvrımlarıyla şimdi sadece düşünüyordu. Artık aradığı şeyi bulacağına inanıyordu. Daha pek çok ufkun altına serilmiş topraklara ayak basacağını biliyor ve şimdi sadece yaşamanın umrunda* olması gerektiğine inanıyordu.

           Çünkü “Ne kadar az düşünüyorsunuz!”** diyordu kitap.

           Ola ki düşünürsüzün!




                                                                                    

12 Mayıs 2012 Cumartesi

SENİ SEVMEK

Metropole direnen bir köylü çocuğunun
Çektiği ızdırap gibidir seni sevmek
Kendini hayatın bir kıyısına iliştirememek
Sınav stresinden saçlarına ak düşmüş bir genç kızın
Bazı geceler hayaline sarılıp uyuduğu,
Güzel günlerin habercisi genç erkek
Gelmeyecek. Hiç gelmeyecek…
Şakaklarına bir namlu doğrultulmuş gençliğin
Çekildi çekilecek
Sokaklardaki ihtiyar çocuklara dönmek
Gibi bir şey işte seni sevmek.

Boş bir mezara yakılan ağıt,

Doğmayacak kız çocuğuna pembe
Minicik kıyafetler beğenmek
Maviye razı olmamak değil
Yeter ki sağ salim olsun kalplerde umut
Yeter ki çocuklar masum doğsun!
Ölüm gelecekse hoş gelsin ne demek.
Siyah beyaz bir filmde hayatına kasteden
Lanet bir kitleye gülümseyebilmek
Gibi bir şey işte seni sevmek

Bir madencinin içindeki beyazı feda edişi

Bir balıkçının fırtınaya kafa tutması demek
İnen perdelerin anlatmak için direndiği
Yükselen uçakların yılmazlığındaki gerçek
Toprak olacak bir ölü tedirginliği
Kirli sularda bir balık gibi zehirlenmek
Ve her şeye rağmen bir gece vakti
Geleceğini kumlara gömmek
Gibi bir şey işte seni sevmek.

Rachel gibi, masum çocuklar uğruna
Bu düzenden iğrenmek
Meryem gibi babasız bir çocuğa can vermek
Hacer gibi kızgın kumlardan rahmet beklemek
Mecnun gibi aklı aşkla devşirmek
Yunus gibi yıldızları yeryüzüne indirmek
Yusuf gibi iffetli
Ali gibi haksızlığa boyun eğmemek
Sabretmek.
“Yağmur” aşkına sabretmektir çünkü seni sevmek.

Tamirci çırağı gibi koşmayı erken öğrenen 

Tırnakları arasındaki siyahları sahiplenmek
Akşam eve dönüşlerin huzuru
Alın teriyle takas edilmiş bir bayat ekmek
Bayramlık ayakkabıların sevinci
Ve bakmak çok özellikli telefon vitrinlerine
Kir pas içinde sevilenin sokağından geçememek
Usta: “Aferim!” desin yeter
Kayıtsız şartsız güzel günlere iman etmek
Gibi bir şey işte seni sevmek 






7 Mayıs 2012 Pazartesi

PORTRE



Ben; bir işgalciyim, beyaz bir tuvale hükümran…
Soluk renklere peşkeş çekilmiş maviliğim.
Yanaklarımdaki utancın yerinde bir renk; ki yavan…
O kadar yapmacık ki dağınıklığı saçlarımın;
Bakışlarımın keskinliği bir koca yalan…
Sistemin eleğinde budanmış hep dallarım.
Ömrümce toprağa kök salmışlara imrendim.
Ben: sıradan bir tutunamayan…

Ben içi boş bir şiirim, hiçbir şey anlatmayan…
Bir mısranın tekrarından ibaret dörtlüklerim,
Her daim yarım kafiye barındıran…
Sesimin titrediğini sanmayın sakın!
Hakkıyla dert edinmiş değilim çocukları,
Toprağa dönüşecek kadar dahi bir bedeni olmayan.
Sözcüklerden bir medeniyet kurmaya çalıştım.
Ben: boğazım düğümlenmeden rahatça konuşan…

Ben bir nefsim, et ve kemikle bezenmiş…
İrademi alıp götüren rüzgârı hatırlamam.
Geceleyin hep bir uyanış beklerim,
Yüzümü aydınlatan şimşek, adımı haykıran sema,
Ve içimi ürperten bir kâbustan.
İhanetimin en fecisi kendimedir;
Umarsız bir yürüyüşle bastırdığım,
“Boş”luğumda beliren sancıdan gebe kalan.
Korkumdan hep sığ sulara kulaç attım!
Ben: hakikati, okyanusları aşmak sanan
Ben: nefes alıp vermeyi yaşamak sanan…

29 Nisan 2012 Pazar

...


Sus!

Üşüyeceğim her gece yoksa.
Mürekkep dökülecek. Karmakarışık zihnim.

Ellerimin uzanamadığı saçların, 

Yüzüne her düştüğünde, 
Ruhum, göçüp bir rüyada yükselecek, 
Anlatmayacağım.

Sus!
Üçüncü şahıs olmak korkutur çünkü beni.
Meczup öyle, biraz da şizofreni…
Esbabı çözülememişse korku,
Yok değilse hayal meyal gözlerimdeki...
Razı olmak vardı yalnızlığa... Şimdi?
Akıllanmayacağım.

Sus!
Üzüleceğim yoksa. Biliyorum. 
Masada unutulmuş bir eşyaya dönüşeceğim.
Ezberlediğim şiirler ki senden bahsedilmedi.
Yoksa yine şarkılar mı kifayetsizdi?
Rahat uyuduğum tüm gecelere imreneceğim.
Ayıkmayacağım…

10 Ocak 2012 Salı

Fetih 1453

          Hırsızlıktan kazanılan para ile kimsesiz çocuklara yapılmış rekor düzeyde bir yardım gibidir Recep İvedik'ten kazanılmış para ile bir Hadis'e mazhar olmuş fethi film yapmak. 

          Duyguların en büyük sömürü aracı olarak kullanıldığı bu kapitalist dünyada, canı, sömürünün de kalitelisini çekiyor insanların. 

          Para amaç olduğundan beridir, nasıl kazanıldığının önemi sadece harcama dengesini kurarken kaale alınır oldu. Dengesizliğin, adaletsizliğin denge unsuru haline geldiği güzelim memleketimde ise haksızlığa karşı susmak en büyük erdem bellenir oldu. 

          Bir yanlışı başka bir yanlışla örtmek acziyettir ki bu toplumun eli, dili ve gözü bağlanmış aciz bir ferdi olaraktan, bir filmi internetten indirip izlemek konusunda kendimce ciddi manada bir hakka sahip olduğumu düşünüyorum.
  
          "İntikam, soğuk yenen bir yemektir." 17 milyon dolar da geldiği yere döner aheste aheste.
         

7 Ocak 2012 Cumartesi

Dersler Nasıl?

          “Olaylara karışma!” diye devam eder bu replik. Her defasında çok gülerim Nejat Uygur’a Vizontele Tuba’daki bu diyalogunda. Aslında herkes üniversite yıllarında karşılaşmıştır bu replikle. Kolay değil bu ülkede 80’li yıllarda genç olmak. Süt – yoğurt muhabbeti işte. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Anlatmak istediğimiz şey farklı bugün. Dilimiz döndüğünce tabi ki…


          Bu aralar babamla çok sık kavga ediyoruz eften püften mevzular nedeni ile. Şimdiki aklımla beni anlamıyor deyip işin içinden sıyrılıyorum. O da her defasında “ulan sen ne gördün ne yaşadın da konuşuyorsun, anlamıyorum ki?” bakışı atıyor bana zaten, münakaşa son bulduğunda.


          Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olmamız hasebi ile genelde insanlar siyaset erbabı belliyor bizi. Okulda öğrenilebilir bir şey değil halbuki. Öyle olsa bile, üniversite hocalarının katkısı, bir futbolcuya ceza sahasında kendini nasıl yere atması gerektiği üzerine taktik çalışma yaptıran teknik adamların katkısı kadar olur, bana göre. Tabi hocan S. Demirel, teknik direktörün de A. Erdem olursa iş değişir. Eğri oturup doğru konuşmak gerekiyor. Sonuç olarak, şunu demek istiyorum ki ben ve cümle arkadaşım, aslında siyaset denen melanetten bir bok anlamıyoruz. Kim anlıyor ki? Ulan hangimiz nerdeyiz ki? Ben çocuğuma bir tadelle alamayacak mıyım?


          Yaşıyoruz, hedeflerimiz var, kimimizin işi gücü var artık, kimimiz okumaya devam ediyor vesaire. Ama bazen ciddi nutuklar atabiliyoruz. Mangalın külünü bırak ızgarası titriyor anasını satayım. Giydirdiğin adam karşında değil, e karşında seni dinleyen adam da zaten bitirdiğin fakülte itibarı ile sana bir pozitif önyargı ile bakıyor, hem sonra dilin de dönüyor, cafcaflı iki üç kelime de getirdin miydi yan yana, “dadından yinmez”.


          Değineceğim mesele aslında siyaset falan değil. Bu sadece bir örnek teşkil ediyordu, bu sebepledir ki girişte siyasi duruştan dem durdum biraz. Mesele madalyon ve bu madalyonun yüzleri meselesi.


          Apolitik bir toplumdan, reel bir siyasi eğilim beklenemeyeceği savı yanlış olabilir. Eleştirileri pek tabi ki olgunlukla karşılayabilirim. Fakat, bu apolitik toplumu türlü nedenlerle daha da apolitik yapma amacındaki zihniyet ile büyüdük biz. Lise öğrencisi iken bildiğim tek siyasi yapı “ülkü ocakları” idi benim. Benim gibi binlerce Trabzonlu genç gibi… Büyüklerimizden duyduğumuz en klişe söz ise, herkesler gibi, “öğrenci adamın siyaset ile işinin olmaması gerektiği”dir. Politikayı öcü gibi gösterme duruşu belki gerçek manda onların suçu değildi, ama şimdilerde üzerinde ağır bir baskı ile yetişen bu kuşak anne-baba olmaya başlamış durumdadır ki, merak edilen mevzu onların tutumunun ne yönde olacağıdır. Kötü kaynana, yeni bir kötü kaynana mı yaratacaktır, yoksa kaynanasının yanlışlarını tekrar etmemek adına candan bir kaynana mı ortaya çıkacaktır, bilinmez. Matematik bu konuda “kötü kaynana”ların artacağı sonucuyla karşımıza çıkıyor, orası da ayrı bir konu.


          Sonuç olarak, meydana maalesef “şekilcilik” illeti çıkıyor. Bu öyle bir illet ki, kanser hücresi gibi başlangıcından çok uzak noktalara erişip bütün bir bedeni kullanılamaz hale getirebiliyor. Çünkü, asli mevzularda dışlanan birey, kendini ispat etme yollarını farklı alanlarda aramaya başlıyor. Ve işte tam bu noktada, başarısızlıkların yüksek olması, onları farklı görünmek zorunda bırakıyor ve ortaya “şekilci” birey çıkıyor. Hem zihinsel, hem de fiziksel…


          Bu cihetle, medyatik insanların en büyük örnek teşkil ettiğini ayrıca belirtmenin, açıklamanın gereği yoktur. Ancak belirtmek isterim ki bu örnek alınan kitle, bireyin fiziksel yönüne çok daha fazla etki ediyor. Yürüyüş, konuşma, saç-sakal kesimi, giyim-kuşam vesaire… gitsin bir istatistik öğrencisi araştırsın, Türkiye’de en çok kaşmir palto ne zaman satılmıştır? Cevabı herkesler gibi siz de biliyorsunuz. Bir örnek yeterli. Abartıp kekini kabartmaya lüzum yok.


          Diğer taraftan, zihniyet konusuna gelirsek, bunun kaynağını saptamak elbette çok daha zor. Ancak genel bir değerlendirme ile hiç kimsenin kendini olduğu gibi tanıtmadığı aşikardır. Bu nedenle facebook denen alemde gezinmek yeterlidir. Her şey o kadar açık ki. İnsan dışarıdan kendi profiline baktığında bile “yahu bi siktir git!” demeden alamıyor kendini.


          Facebook’ta bakıyorsun herkes duyarlı, herkes duygusal, herkes müzik adamı, herkes siyaset bilimci, herkes müzikten edebiyattan anlıyor, herkes asi, herkes arkadaş canlısı, herkes samimi vesaire… Bütün kızlar güzel, bütün erkekler yakışıklı ve çapkın… Evli adamların listesindeki kızlara bakıyorsun, öyle bakıyorsun, gözünü alamıyorsun… Bak unutmuşum bir de herkes sapına kadar Müslüman…


          Mesela benim Allah’ı beğenen arkadaşım var. Sana onu da getireceğim. Bir bakıyorsun kayışı koparmış, karı kız mevzusunda utanılacak seviyelerde geziniyor, bir bakıyorsun salat-u selam paylaşıyor. “Sen de paylaş, yoksa çarpılırsın”ı eklemeyi unutmadan tabi ki. Paylaş ki münim kardeşlerinle yüzlerce kez salat-u selam getiresin.


          Ben bunu kapitalist düzene bağlıyorum. Reklamların bu mevzuda ciddi bir paya sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü herkes, bir şeyin farklı bir şekilde, bir başkasına kakalanabileceğini tecrübe etmiş. “O halde ben neden bunu yapmıyorum”cular bu konuda dayanak bakımından sağlam temler üzerindedirler diyebiliriz. "Şimdi ablacım bak, sen al bu deterjanı, dök şu nar lekesinin üstüne, makineye atmıyorsun bile! La var ya, ağzımı bozacağım ama ecdadını beller o lekenin biliyon mu sen? Akıllı molekül var bunda. Adamlar 'Lost' çekiyor ablacım…"


          Hal böyle olunca, insan pazarlama tekniklerini öncelikle kendinde uygulamaya başlıyor. Yer bakımından da yüzlerce insana bir tıkla ulaşabileceğin facebook gibi sanal ortamlar baş rol oynuyor. Sonra gelsin efendim beğendiler, gitsin efendim “çaldım”lar… Adam çalıyor, bir de sırıtıyor. Kimse de çıkıp demiyor ki “Aga bu nedir?”.


          Adam; “İntihar etcem yhaaa! Artık dayanamıyorum!” yazıyor durumuna, düşün… İlgi budalalığı diz boyu. Biri sorsun, biri benle ilgilensin istiyor çünkü. Onu saatlerce dinleyecek bir sevgilisi de yoksa, tamam. Olaylar olaylar… Çizmedin ki kesesin!


          Diğer taraftan her şey basite indirgenmeye başlanıyor. Bir kız senin paylaştığın şarkıyı/şiiri/sözü, her ne haltsa işte, beğenmişse tamamdır. Kesin hoşlanıyor olum senden. Pis kız düşürürüm lan! Öyle böyle değil. Öyle böyle değilse ne? Tabi ki: şöyle… Aga bir durum güncellemişim, 23425 kişi beğendi anasını satayım. Şaka maka ben buraların adamı değilim. Gidip eriğe mi düşsek? Bilemedim bak şimdi. 


          Sonuç olarak uzatmaya gerek yok. Yazıyı okuyan akıllı bir adam ne demek istediğimi anladı. Şekilcilik nasıl yapılır, onu da gayet açık bir şekilde görmüştür. Yani şair bayrağa sesleniyor ve diyor ki: “Behzat Ç ve Leyla ile Mecnun hastasıyım. Anlamam diyorum ama çok pis siyaset yaparım, okuyanın aklını alırım. Siyasal Bilgiler mezunu olduğumu da iliştirdim ya yazıya tamamdır. Sen şimdi bu yazıyı okurken facebook’taki profil fotolarımı da merak etmişsindir. Dadından yinmez. E duyarlılık konusunda daha ne yapabilirim ki? Sosyolog oldum ya işte! O değil de çok yalnızım lan. Yok mu şöyle eli yüzü düzgün bir kız arkadaşınız? Ciddi düşünüyorum ya, bu saatten sonra..."


          O değil de Genel Kurmay Eski Başkanı’nı da içeri almışlar. Şimdi abicim bak: “ Öncelikle Gülen Cemaati…


          İşte böyle yaşıyoruz, ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor, insaf et Anna!


          (Cem Yılmaz bence bir numara. Adam komedyen değil, bildiğin sosyolog lan!)