25 Aralık 2011 Pazar

Mektup - 2

Yine sana yazıyorum. Yapabileceğim başka bir şey yok. Çok kötüyüm be Hakan Abi. Çok kötü…

Sana bazı duyguları anlatamayacağımdan bahsetmiştim. Anlatmak istiyor insan, bazen bu gücü kendinde buluyorsun, ama bırak yazmayı, bırak konuşmayı düşünemiyorsun bile…
Bir evladın, kıpkırmızı gözlerle yoğun bakım girişinde duvarın dibine çökmüş, ağlaması mesela. İçinden kaç kez “anne” dediğini bilebilir misin mesela… İçinden kaç defa “dayan annem” dediğini mesela… Ya göz yaşlarını abi? Onların içindeki acıyı ben sana nasıl anlatayım ki? Çok kötüyüm be abi… Çok kötü…

Bazen kendini başkalarının yerine koyamadığın oldu mu hiç? Hani cesaret dahi edemiyorsun. Hani düşünmeye başlayınca bile boğazın bir tuhaf oluyor. Hani gözyaşlarına engel olamıyorsun…

Beni sen anlayabilirsin belki. Çünkü senle bir hastanenin bekleme salonunda sabahlamışlığımız var. Ben en çok da senin gözlerine bakmaktan korktum hep o gece. Ama bazen öyle bir oluyorsun ki abi saatlerce o gözlere bakmak zorunda kalıyorsun. Saatler o kadar ağır ilerliyor ki… Hataneden uzaklaşıyorsun, telefonun çalınca bakmaya korkuyorsun abi. Elin gitmiyor aç tuşuna. Gerçeklerden kaçabileceğini sanıyor insan. Ben bildiğin çok kötüyüm be abi… Çok kötü…

Şimdi evde yalnızım. Az önce aradı babam. Babamın sesi, amcasının ölüm haberini verirken de aynıydı abi. Şimdi çocuklar anaları için feryad ediyor. Tuhaf geliyor. Bir anda geliyor. Olmaz diyorsun ama oluyor abi. İçim kötü. İçim acıyor. Ağlamakla rahatlar mı gerçekten insan? Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum… Rahatlayamıyorum. Çok kötüyüm be abi… Çok kötü…

Korkuyor insan. Ölüm kapında kol gezinirken. Hafta geçmeden başka bir ölüm haberi… Birinin acısı dinmeden… Daha birinin gidişini sindiremeden… Zaman gerçekten ilaç mıdır? Yoksa zaman mıdır bu acının nedeni?

Yazmaktan başka şu an yapabileceğim bir şey yok. Yalnızım… Vakit gecenin bir yarısı… İnsan ne yapacağını bilmiyor abi… Uyumaya korkuyorsun… Uyuyunca gidene haksızlık ediyormuşsun gibi geliyor. Sen sabah uyanacaksın ama o… Uyanamıyor işte abi… Uyanmayacak ki hiç…

Oğlunun uçağı havalimanına indiği vakit bir ana bu dünyayı terk ediyor abi… Dayanamıyor artık… Bu yazdığım satırı dün rüyamda görmüştüm diyeceğim sana, belki de bana inanmayacaksın… Hayat nedir abi? Biz ne yapıyoruz abi? Biz kimiz abi?

Çok yalnızım abi. Bu gece belki de hayatımın en kötü gecesi olacak. En çok bu gece ürkeceğim belki de boş bir evde. Bazen onun yüzü geliveriyor gözlerinin önüne, bütün bedenin ürperiyor. Sonra ağlıyorsun abi. Derinden… Şimdi boş Akçaabat sokaklarında gezmek istiyorum. Sadece yürümek istiyorum. Öyle boş bir hayat gibi yürüyüp gitmek.

Daha yazamıyorum. Konuşmak istiyorum şu an biriyle. Sadece konuşmak. Ağlasam diyorum… Ben ağlayayım o hiçbir şey yapmadan dinlese. Hiç konuşmasa bile. Sana ondan yazıyorum abi.

Çok kötüyüm be abi… Bildiğinden de çok kötüyüm…

21 Aralık 2011 Çarşamba

Mektup - 1

          "Kimseye anlatamadığım, kimsenin anlayamayacağı bir takım sıkıntılarım var!" 


          Şimdi senle konuşmak isterdim... Sabah ezanına kadar.... "Gün açtı oğlum kursun yok mu senin? Gene mi gitmeyeceksin amk.!" diyene kadar. Gerçek sıkıntıları o zaman melankolik duygulardan ayırabilirdim. Sonra vururduk bir bölüm daha Behzat Ç. yada Leyla İle Mecnun... Hangisi kafamızı iyi edecekse... Odayı boğmadan, sırayla, A. Teyze farketmesin diye... 


          Harbiden bazen hayat bok gibi geliyor. Siktir olup bir yere gitmek istiyor insan. Gidince özlüyorsun, kalınca içindeki kin büyüyor. Başka bir adam oluyorsun. İnan tutunacak yer arıyor insan. Oraya... Buraya... Şuraya... Sonra ta bir tarafına koyayım diyorsun. 


          Bazen diyorum ki biz çok küfrettik bu paraya galiba. Şeytan kıçımızın dibinden ayrılmaz oldu. Mesele o değil ama ah şu saygısızlar var ya! 


          Şu saygısızlar... Her taraftalar… Yeterince psikopat olabilseydim bir Ercüment Çözer sanabilirdim kendimi. İntikam bazen en anlamlı duygu oluyor. Bazen sırf bunun için direniyor insan. Hayatta her şeyi bir kenara bırakıp... Sonra… Sonrasından bahsetmek zor… Cümlelerimin devamını getirebilirsin sen ama. 


          “Eski Günlerimiz”i dinlerken nasıl efkarlandığına şahit oldum bir iki defa. Sen ki babasız büyüdün. O nedenle seni ne kadar istesem de anlayamam. Bu nedenle belki de hiçbir zaman sana layık bir dost olamayacağım. Ama sen anlardın… 


           Babasız değilim. Ama bi’ şeysizim. Bi’ şey… Adı konulamayacak kadar tuhaf. Belki de adını koymak zor geliyor. Bazen daha beteri ile karşılaşmaktan korktuğu için insan, durumundan şikayet edemiyor. Hem hadi ettik diyelim. Bizi duyan birileri var mı oralarda? Sahi birilerinin umrunda mıyız? Yoksa yalnız geldik, çıplak geldik; yalnız ve yine anadan üryan mı gideceğiz? Ölümden bahsetmek dahi ürkütüyor beni. Ama bazen umursanacak şeyin bu dünya olmadığı gerçeğine kati surette inanmak, adamın aklına gayrısını getirmiyor. 


           Okula başlamak dediğin gibi toparlıyor insanı. Her sabah 6:30 da kalkmak bile artık koymuyor. Her gün bu saatlerde yatardık oysa. A. Teyze bizim yüzümüzden sinir hastası oldu desem abartmış olmam. O kadar sıkıntı içinde “okuyun, yatın” derdi her defasında odanın kapısını kapatırken. Hani on yedi yıldır okuyorsun da bir şey olmuyor ya, bazen okunacak duanın da işe yaramayacağına inanası geliyor adamın. Bazen kendimden dahi ürküyorum. Yeri geliyor o kadar saygısızlaşıyorum ki…


           İnan kimseyle yarıştığım yok. Herkes çok zeki olduğumu söylüyor. Gülüyorum… Hayatı halen daha bir maraton olarak görmüyorum. Hiçbir zaman da “at” olmayacağım. Cebimde belki yine para olmayacak hiç. Olsun… Ona da alışıyor insan. “Paran yoksa dert etme oğlum, bende de yok!” derdin hep. Ne kadar da haklıydın. İşim yok, param yok… Ama bazen kendime bunu dert etmiyor değilim. Sana yalan konuşacak değilim. Ama sonra kendime geliyorum hemen. Mesele bu değil… Bu mesele olacak kadar asli bir şey de değil…


            Şimdilerde biliyorsun İngilizce öğreniyorum. Biliyorsun hazırlık falan… Yıllardır bir şeylere hazırlanıyorum. O kadar merak ediyorum ki bu hazırlıkların hangi iş için yapıldığını. Paris’e elçi mi atayacaklar beni dersin? Evet, Londra olur olursa. Yine güzel cevap verdin. Muafiyet sınavına girmedim. Beginner sınıflarından istediğini seç, orda başlatalım seni dedi hoca, ben de soyadımın baş harfini dedim. Güzel arkadaşlarım var. Ama gecelerim hep tek başıma geçiyor. Arada ciddi derecede canı sıkılıyor insanın. 


            Aslında yazacağım daha bir sürü şey var. Ama gittikçe konu dağılıyor. Bugünlük bu kadar yeter galiba. Bir ara araşırızla biten her telefon konuşmamızdan sonra aslında aramanı hep bekledim. Olsun… Bende bu kontörsüzlük, sende de bu meşguliyet olduktan sonra insanın aklına kötü bir şey gelmiyor hiç… 


           A. Annem’in ellerinden öper, cümleten herkese selam ederim. 


           Ama bir gün çıkageleceğim ansızın… Adı aynı, sanı aynı E. olarak… 


           Allah’a emanet ol!

12 Aralık 2011 Pazartesi

"Badem" In "Cübbe" Out

          Cübbeli Ahmet Hoca'yı savunmak pek tabi ki haddime olan bir şey değildir. Kati surette bunun bilincindeyim. Ancak haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlardan olmayacağız. Hırant’ı savunduk, Rachel'in öldürüldüğü günü anarken ağladık, 80 darbesini yapanlara halen daha lanetler okuyoruz, “Ahmet Kaya’ya haksız yere bu memleket dar edilmiştir” diyoruz. Gücümüz hirbir şey yapmaya yetmese dahi her daim kurdun karşısındaki kuzudan taraf olamaya çalıştık. Bu minvalde Ahmet Mahmut Ünlü'nün tutuklanması hakkındaki fikirlerimi beyan etmekte bir beis görmüyorum. Zira bundan gayrı yapabileceğim bir şey de yok. (Tabi dualarımız da onunla beraberdir, onun bu zor günlerinde.)

           Bir zamanlar ( 28 Şubat sürecinde ) bu ülkenin bir kesiminin üzerine öyle bir gidildi ki; şu güzel memleketi adeta zindan ettiler bu kimselere. Son nefesimize kadar bu insanlara haksızlık edildiğini savunduk. O zamanlar çocuktum. Habire kendini zincirleyen insanlardan bahsediyordu Reha Muhtar. “Domuz Bağı” diyordu başka bir enkırmen. “İşte bu binanın bahçesinde tam 5 erkek cesedi bulundu dün, sayın seyirciler!” diyordu genç bir muhabir. Saçı sakalı birbirine geçmiş onlarca insan “haaahhh huuuuhhh” diyerek başlarını indirip kaldırıyordu. Annem okuldan biraz geç gelsem mahalleyi ayağa kaldırıyordu. Korkuyordum. 11-12 yaşlarında bir çocuktum ve ben “tarikat” lafını duyduğumda içimden ağlamak geliyordu. Yaşlı, saçı sakalı birbirine girmiş bir adam, genç bir kadınla ilişkiye girerken polisler evini basıyordu. Adam buna hakkınız yok diyordu.

           “Nasıl hakları olmaz be amca?” diyordum “polis onlar. Hem sen utanmıyor musun bu yaşta genç bir kızla cinsel ilişkiye girmeye. Reha Muhtar başka bir kelime daha diyor ona. Zeyna mı ziyna mı öyle bir şey. Babam görüntüler çıkınca değiştiriyor kanalı tam anlamıyorum olayı ama yaptığın çok kötü herhalde.  Seni dövsün o polisler. Sonra günah da işledin ama o kafandaki şeyden resimlerde gördüm Mevlana da sarıyor kafasına. O elbisenin yeşilinden de giyiyor hem Mevlana. Sen neden böyle bir adamsın ki? Kötüsün ama sen. Mevlana’yı seviyorum oysa ben. Hem onun yüzü çok masum. Ton ton dede o. Sen neden böyle sertsin ki? Saçların da upuzun. Kız mısın sen? Hem şimdi o kız ne yapacak ki? Annesi babası çok kızacak ona? Seni çok ama çok dövsünler emi!” diyerek kendi kendime içimden konuşuyordum hep okula giderken. Sonra yaşım bu mevzuları kavrayacak duruma geldiğinde bir şeylerin farkına vardım. Ama 24 yaşındayım şimdi ve halen daha “Müslüm Gündüz” ismini duyunca içim bir tuhaf oluyor. Avuçlarım terlemeye başlıyor.

           Sonra yıllar geçti aradan. Bir kuşağını adeta katletti bu memleket. Satranç oynar gibi… Piyonlar öyle sağlam iş çıkarmıştı ki şah düştüğünde etrafında onu savunacak tek bir güçlü taş bile yoktu. Hepsi ya bir piyon tarafından sıkıştırılmıştı, ya da piyonla uğraşayım derken bir atın bir kalenin kurbanı olmuşlardı. Sonuç kati bir zaferdi. Adaletsizlik eğitim sisteminin ağzına sokulmuş bir kerpeten gibiydi. Acımadan bir bir çekildi dişleri. Kan ve gözyaşı eksik olmadı ekranlardan. Sonra ablam da başını açmak zorunda kaldı. “O kadar Müslüman ise okulu bıraksınlar!” diyordu bazı isminin önünde rütbesi makamı vs. olan amcalar, teyzeler.

            İşte bu katledilen kuşağın bazıları dediler ki artık biz tanınan bilinen insanlar olduk. Bakkala giderken attığımız adımlar bile sayılıyor. O nedenle tanınmamak adına gömleklerimizi çıkartalım. Pozisyon itibari ile safımızın keskin hatlarını yumuşatalım ve zafer için her şey mübahtır felsefesi ile amacımıza giden yolda bazı konularda taviz verelim.

          Öyle de yaptılar. İçlerinden bazıları haksız yere hapis yatmak zorunda bile kaldı. İçerden şiirler okudu bize. “Zindan” dedi “iki hece, Mehmed’im lafta. Baba katiliyle baban bir safta”. Ağladık… Cesaretine hayran olduk bu adamın. Söylenmemişi söylüyordu, yapılmamışı yapacağım diyordu, inandık. Halk sevdi bu adamı. Halk başına yönetici kıldı bu adamı. Halk gözünü kırpmadan iktidar mührünü sundu bu adama.

          Kötü günler geride kaldı. Artık Cuma Namazı’na giden lise öğrencilerini 2 megapiksellik telefon kameraları ile çekip, ciddi bir suç işlemişler gibi sunmaz oldular haber programlarında. Öyle böyle türban sorununu da aştık.

           Sonra biz kardeşlik türküleri söyleyeceğiz diye ümit ederken, birileri boş meydanlarda at koşturabilmek adına, kardeş kanına girmeye başladı. 80’den önce Alevi – Sünni çatışmalarının yerini Sünnilerin mikro düzeydeki cemaat, tarikat mücadeleleri aldı. Fiiliyatta görünmeyen bu mücadele adeta Soğuk Savaş dönemindeki Rusya ve Amerika’nın çatışmasını andırıyordu. Biz, güzel günlerin geleceğine inanan çocuklardık. Ama bazılarına göre bitaraf olan bertaraf olacaktı. Safımızı almak adına bir seçim yapacaktık.

           İktidar yozlaştırdı, mutlak iktidar mutlak yozlaştırdı. Siyaset denen şeyde ne üslup kaldı, ne haysiyet, ne onur ne de terbiye. Her akşam bir kavganın içinde bulduk kendimizi. Ana – baba, baba-oğul, kardeş – ağabey, abla – anne, oğul – anne birbirimize girdik. Artık televizyonu açamaz hale geldik. Herkes siyaset konuşur oldu. Herkes militan kesildi. Empati denen şey, artık bir zayıflık alameti olarak görülmeye başlandı. “Acırsan, acınırsın!” dediler. Kimse lafını sakınmaz, herkes birbirine hakaret eder oldu. İnsanlar kırdıkları kalpleri üst üste koyarak Cengiz Han’ın askerleri gibi üst üste dizdiği kellelerle gurur duyar hale geldi.

            Ve sonra birbiri ardına operasyonlar başladı. Ergenekon, balyoz, orak çekiç derken devlet ciddi derecede insanların üzerine gitmeye başladı. Habire birileri içeri alınır oldu memlekette. Gazeteciler, askerler, öğrenciler, eski siyasetciler vs. Devlet giderek ceberrutlaşmaya başladı. Atı alan Üsküdar'ı geçmek adına kamçısını şaklatmaya başladı.

           Sonra bu yılki seçimlerden önce bilinmeyen ellerden sızdırılan kasetler gündemi adeta aylarca sarstı. Siyaset adeta sağlam bir elekten geçirildi. Deniz Baykal siyaset sahnesinden öyle feci birşekilde aşağılanarak yollandı ki, kendisinden nefret edenler bile onun adına üzüldüler. Sonra MHP saflarına sıçradı skandal. Patlak veren kaset furyası MHP'de görevli 10 yüksek görevli kişinin adeta siyasi hayatını bitirdi. Parti 80 darbesinden sonraki en ağır tokatı yedi adeta. Ne yapıldıysa medyaya göz göre göre servis edilen bu kasetler hakkında ortaya hiçbir şey çıkmadı. Gündem içi boş mevzularla yumuşatıldı ve bu olaylar faili meçhul bir furya olarak tarihteki yerini aldı.

            Ama sonra çok farklı bir şey oldu. Tüm bu alışılmış karalama kampanyaları yönünü alakasız bir yere çevirdi. Ne siyasetciydi, ne askerdi, ne örgüt mensubuydu ne de bir devlet adamı. Bir cemaat mensubuydu sadece. Herkes tarafından bilinen, gizlisi saklısı olmayan, yeri yurdu belli olan bir cemaatin: İsmail Ağa Cemaati’nin… İşte bu  Cemaat'in içinde de dışında da yer alanlar, yeni lider olarak bu adamı işaret ediyordu. Herkes "Bu adam, bu iş için biçilmiş kaftan..." diyordu O'nun için. Belirtmem gerekir ki ben de her daim böyle düşünmüşümdür.

             Ahmet Mahmut Ünlü: Nam-ı diğer Cübbeli Ahmet Hoca. Kimilerine göre çok değerli bir İslâm alimi, kimilerine göre insanlara gerçekleri anlatırken onları etkilemesini çok iyi bilen bir hatip, kimilerine göre Cem Yılmaz’dan daha komik bir hoca, kimilerine göre ise lakayt bir din adamı ya da bir şarlatan. Herkes tanıyordu Cübbeli Ahmet Hoca’yı. 28 Şubat sürecinde çok çekmişti o da. Ama olaylara hep pozitif yönden bakması ve yaşadığı o kara günleri anlatırken dahi gülebilmesi insanalrın gözünde onu ayrı bir yere taşıdı kısa zamanda. Televizyon kanalları onu ağırlamak için yarışır oldu. Çıktı, lafını sakınmadı, karaya ak demedi, anlattı, açıkladı, güldürdü, insanlara ümit verdi hep. Her defasında “Tövbe kapısı ölene dek kapanmaz kardeşlerim!” dedi. Pek çok insanın maskesini düşürdü, pek çok insana “tarikat, cemaat” gibi kelimelerin aslında korkulacak kelimeler olmadığını ıspatladı. Her haliyle bizden biriydi. Bilgiliydi. Ayetlerden, hadislerden, sünnetlerden atıf yapmadan hiçbir konuyu ele almadı. Çoğu insanın aradığı alimdi o. Pek çok insan: “Abi konuşsun, sabaha kadar dinlerim. Adama hastayım ya!” der olmuştu. Programına çıktığı adamlar, 28 Şubat’ta onunla karşı saflarda olmalarına rağmen,  onun bu kadar iyi bir insan olduğunu bilmediklerini, onu ceberrut bir adam sandıklarını itiraf ettiler hatta. Herkes Cübbeli Ahmet Hoca’nın dedikelrine kulak kesilir oldu. Konuştu mu sert sözler söylüyordu. Ciddileşince lafı dolandırmadan insanların yüzlerindeki maskeleri hedef alıyordu.

           Sonra onun da kasedi çıktı. “Ben Allah’a yemin ederim ki böyle bir şey yapmadım. Bana inanmayıp benim olduğu iddia edilen bu kasedi izleyenlere hakkın helal değildir!” dedi. En yakın arkadaşlarımdan izleyenler “ Ben de zerre inanmadım ama bi bakayım dedim de oydu valla!” dediler. Bakmadım. İyiki de bakmamışım. Sonradan ne halt olduğu çıktı ortaya nasılsa.

            Şimdilerde ise tutuklu kendisi. Çete kurmuş. Kadın ticareti yapıyormuş. Deliller varmış. Onlarca yıl hapsi isteniyor. Yine zerre kadar inanmıyorum. Gözümle görmedikten sonra, 2000’li yıllarda çıkmış bu içi boş delillere asla ve asla güvenmiyorum da. İnanmak benim elimde olan bir şey. Ve son nefesime kadar “Bu adam suçsuzdur!” demekten utanmayacağım, sıkılmayacağım, çekinmeyeceğim. Herkes öncelikle bunu böyle bilsin.

Ve son olarak, bu skandalların arkasında olduklarına ciddi ciddi inandığım, ve her geçen gün kendilerinden daha çok sıkılmama neden olan güruha seslenmek istiyorum. 



"Bakın beylerim; size bir çift lafım var! Siz siz… Biliyorsunuz kendinizi. Siz ki bütün güç, iktidar ellerinde sananlar… Siz ki bu memleketin her köşenini tuttuğunu sananlar… Siz  ki kendi emelleri için insanları harcamaktan zerre korkmayanlar… Siz ki bu dünyanın “güç sınavı”nda kaybeden zavallılar… Siz ki bir zamanlar madur edebiyatı yaparak nice insanın duygularını sömürüp onları birer basamak olarak kullananlar… 

            Ama amacınızı biliyorum. Cübbeli Ahmet Hoca’nın bu cemaatin başına geçmesini istemiyorsunuz. Çünkü hem sizin yanlışlarınızı gözler önüne serip sizi eleştiriyor hem de sizin desteklediğiniz siyasi partiye karşı söz söylüyor, faaliyet yürütüyor. Siz dünyayı sizin yöneteceğinize inanıyorsunuz. Bu uğurda da bir alimin ortadan kaldırılması mübah size göre. Diğer taraftan da cemmatin başına geçebilecek ikinci adam hem sizin görüşünüzde hem de sizin partinizin şakşakçısı. Çamur at izi kalsın. Hele ki bahsettiğimiz memleket Türkiye ise…

            Sizden artık nefret ediyorum! Sizi Allah’a havale ediyorum. Artık gözümde, Hitler Almanyası tarafından soykırıma maruz kalıp, şimdi Filistin’e soykırım yapan İsrailden farkınız yok sizin! Onlar da çokça fakir edebiyatı yapıp bütün dünyanın duygularını sömürerek bu kadar zalim olma lüksüne sahip oldular… Siz de aynı şeyi bu ülke içinde yaptınız!

            Ama unutmayın, dere gider, kumu kalır! Güçlünün arkasında sırıtadurun siz! Bir gün teke tek atlama fırsatı buluruz elbet. O güne kadar badem bıyıklarınıza iyi bakın!








6 Aralık 2011 Salı

Ne Sen Leyla'sın Ne De Ben Mecnun

            Ne denir bilmiyorum. İnsanın kendine bir şeyler anlatabilmesi bu kadar zor muydu? Başkasından duymak mı bazı şeyleri daha bir katlanılır hale getiriyor ya da kabullenilir... Oysa denmesi gereken bir şeyler varmış gibi hissediyorum kendimi. Bu suskunluk, bu kırgınlık, bu bezmişlik neden, kimden, bilmiyorum. Sağlam bir aparkat yemiş ve yerde zihnini toparlamaya çalışırken, birer birer dokuza doğru ilerleyen sayıları karmaşık duygular eşliğinde duyan ve son bir kuvvetle, hakem dokuz demeden ayağa kendini kaldırmaya çalışan, kaybetmeye aşina olmuş başarısız bir boksör gibiyim. Her yanım kan revan. Etrafta bağırışlar, çağırışlar, kahkahalar, beddualar, yuhalamalar...

           Biliyorum, kalkarsam eğer, yiyeceğim kroşe, yediğim aparkattan daha çok canımı yakacak. Belki o zaman hakem dokuza kadar sayma zahmetinde bile bulunmayacak. Ve belki de kalkarsam, etrafımdaki benden umudunu kesmişler ringe beyaz bir havlu fırlatacak. Patlayan kaşım, zaten tüm gerçekleri görmemi engelliyor, ağzımdaki acı tat kendi kanım, ve durmadan vücudumda kalp gibi atan bu sancı belki de kendini koyvermiş bir kaburga kemiği... Biliyorum, inanın biliyorum,  ama her şeye rağmen yine, yeni, yeniden demek istiyor insan. Bir anlığına zihnini kandırarak, bir anlığına kendini pek güçlü bir varlık sanarak...



          Ah be dedem! Sen de olmasan...


          "Herkesin kurduğu, kimi küçük, kimi büyük hayaller vardır. Bu hayaller bazen gerçekleşir bazen de gerçekleşmez. Ama eninde sonunda insan mutlaka hayal kırıklığına uğrar. Uğraması da gerekir. Çünkü bu onu hakikate bir adım daha yaklaştırır, insan olduğunun farkına varmasını sağlar ve yeni hayaller kurmasını öğrenir.


          İşte sen de herkes gibi bütün hayallerinin gerçek olmasını istiyorsun. Ama bu mümkün değil evladım. Hayallerin gerçekleştikçe sen hep daha fazlasını isteyeceksin, hep daha büyük hayaller kurmaya çalışacaksın. Hiçbir şey sana yetmemeye başlayacak. Hayallerin giderek büyüyecek büyüyecek büyüyecek ve günün birinde mutlaka hayal kırıklığına uğrayacaksın. Unutma evlat, "hayallerin ne kadar büyük olursa, hayal kırıklıkların da o kadar gürültülü olur."    (L&M - Dede)

21 Ağustos 2011 Pazar

Kimliksizlik

Çok katlı, çok çirkin, çok modern binaların arasında silik,
Biriyim. Uyumaya korkarım geceleri.
Bir atalet ki lanet; yakamda hep elleri.
İçimi biraz kemiren, dışımı çokça değiştiren,
Soruları sorulmuş oysa çok, çok öncelerden,
Cevapları her seferinde unutulmuş:
Kimliksizlik…

Kaldırımları bile lüks şehirlerde,
Hızlı hızlı attım adımlarımı, kaçar gibi.
Zamanı karıştırdım, direndi.
Niyet ettim tatsız tuzsuz bir yuduma,
Eridi.

Kimdim? Ne idim? Neredeydim?
Heybemi yokladım yaşanmış bir ömre dair,
Bulamadım.
Neredeydi kimliğim?


Susmayı denedim, olmadı.
Her defasında nefsime yenildim.
Konuştum, konuştukça değişiverdi yüzüm.
Kirlendikçe kirlendim.
Toprağa değdi ellerim,
İrkildim.
“Bu mezar da senin!” dediler,
Kabullenemedim.
Mezar taşıma iliştirilmemiş bile,
Bir harf, bir isim, bir sayı, bir tarih!
Bense hayatımın manasını iliştirecektim.
Şimdi eğreti değil oysa harfler, isimler;
Okunaklı hatta rakamlarım, tarihlerim…
Milletin efendisi: benim…
Ve ilk bindiğim şehirler arası otobüsünde,
Düşüp gitmiş kimliğim.

Çokça yeşil, çokça nemli,
Çokça toprak kokan ve az güneşli,
Bir yer ki emekle yoğuruyorum şimdi günlerimi.
Emekliyorum.
Bekliyorum.
Sessizim,
Hissizim,
Yine de kimliksizim.

19 Ağustos 2011 Cuma

Dejavu


          Ahmetler: "Bunların topunun anasını belleyeceksin arkadaş! Yoksa bitmez bu ülkede terör merör."

          Hasanlar: "Aynen aga... O kadar teknolojik silah alıyoruz, yatıyorlar cephanelerde. Salacaksın uçakları dağlara, dümdüz edeceksin anasını satayım. İnsanı bırak, taş, ot bırakmayacaksın. Bak nasıl kuruyor o zaman bu piçlerin soyu."

           Mehmetler: "Abi, ya bordo berelilere ne demeli! Ulan hani bunların bir tanesi bin(!) askere bedeldi. Salacaksın abi bunları araziye, keçisinden çobanına, muhtarından bakkalına, yaşlısından gencine kim varsa bunlara yardım ve yataklık eden bulup vereceksin kellelerini ellerine."

          Kemaller: "Güzel söylüyorsunuz da Avrupadaki maddi desteği kesmek gerek önce. Geçen komutanın biri dedi ki liste halinde hangi bankada hangi hesap Pkk ya gidiyor biliyoruz. Eeeee, neden müdahale etmiyoruz?"

          Mustafalar: "Bitirmiyorlar abi bitirmiyorlar. Büyük rant dönüyor bu işte. Uyuşturucu, kaçak petrol, silah, kadın... Geçen şu heron hadisesini hepiniz gördünüz anasını satayım. Başka söze ne hacet."

           Banular: "Yok abi, bu hükümetin bok yemesi bunlar. Sen Kürt Açılımı diye indir Pkk’lıları dağdan, kahraman gibi karşılat, adamlar şov yapsın, orda orospunun biri vekil olsun gelsin emniyet genel müdürüne tokat atsın, diğer bir orospu çıksın özerkliğimizi ilan ettik desin. Nereye kadar arkadaş. Satılmış bunlar satılmış. Yakında Abdullah Öcalan da çıkar içerden ben sana diyeyim."

           Berkler: "Ya gene çıkmış Tayyip, diyor ki: “Bıçak kemiğe dayandı!”.  Bizim millet de bekliyor bir bok olacakmış gibi. Lan bu Davos’ta da aynını yapmadı mı? Sonra ne yaptı anasını sattığım, hiç... Laf anasını satayım."

            Sibeller: "Adamlar daağların tepesine bildiğin kamp kuruyor, bu sıçtığımın bir kanalları var ya Roj Tv midir ne boktur, sabah akşam yayın yapıyor, bizimkiler de izliyor. Ulan adam orda işte, gidip binsene uçaklarınla, helikopterlerinle tepesine."

           Ersinler: "Az buz değil be! 12 can bu kardeşim! Yürek mi dayanır buna. Ulan haber izleyemez olduk. Ne hale geldi memleket. Hem bu orospu çocuğu hükümet zamanında binlerce şehit verdik arkadaş. Geçen biri paylaştı Facebook’ta. Ulan öyle böyle değil... Kafayı yiyeceğim arkadaş."

            Muratlar: "Yok abi ya, Esad gibi alacaksın tankları, Diyarbakır’dan başlayacaksın... Görsünler analarının örekesini. Yeter da..."
.
.
.

           Su bardağını ağzıma yanaştırdım: “Allah’ım tutmuş olduğumuz oruçlarımızı kabul eyle. Bizi yolundan ayırma. Sen işiten ve duaları kabul edensin!”. Hoca güzel sesiyle “Eşhedü en la ilahe illallah.” diyordu. O an annemin bana bakıp: “Oğlum çorba yemiyor musun?” diyeceğini biliyordum. Peşinden de babamın: “Az da olsa içeceksin ki miden açılsın.” diye ekleyeceğini... Geleceği görmek gibi bir şey bu... Nasıl tuhaf oluyor insan anlatamam. Bunu sanki daha önce yaşamışsın gibi geliyor... Dejavu...

           Dejavu bu mu ki? Değil... Hatırladığım kadarıyla son 5-6 senedir aile bireylerimizin yan yana geldiği her akşam vuku bulan bir sahneydi bu.

           Dejavu başka şey halbu ki... Bir muhabbetin boka sarması başka şey...


           İnsanlar, hem de gerçek insanlar, aileleri, eş-dostları, iş-okul arkadaşları olan, bir hayat yaşamış insanlar, beyaz perdedeki gibi ölüp gidiyor. Film sanki... Sanki yalandan ölmüşler... Sette çok gülüyorlar mı ki acaba?

           Manşetler dejavu, resimler dejavu, sayılar dejavu, köşe yazıları dejavu, çözüm önerileri dejavu,  vtr’ler dejavu, fon müzikleri dejavu, spikerin yürüyüşü dejavu, spikerin saç stili dejavu, spikerin söyledikleri dejavu, spikerin acıdan rant devşirmesi dejavu, spikerin cenaze evindeki yavşaklığı ve hatta orospu çocukluğu dahi dejavu... 


          Enkırmenin mimikleri dejavu, hangi kameraya hangi bakışı atacağı da dejavu, 5-10 dakka sonra hangi ünlünün hangisine kaydığı haberini sunacağı gerçeği de dejavu...


           Sloganlar dejavu, iletiler dejavu, profil resimleri dejavu, küfürler dejavu, duyarlılıklar dejavu, vatanperver olduğunu belli etmenin 10 değişik yolu dejavu, tehdit iletileri dejavu, paylaşılan şiirler-şarkılar-videolar dejavu, canını bu vatan için vermeye and içmeler dejavu, şehitlerin ardından “12 $eHitİmiSS iÇiN 12 DaKkaDA 1.200.000 Kshi OluOrUss!” sayfaları dejavu...

           Hükümet açıklamaları dejavu, operasyonlar dejavu ve Pkk açıklamaları dejavu, Selahattin Demirtaş dejavu, Abdullah Öcalan’a edilen küfürler dejavu, bobiler’in Apo resimleri dejavu, beğenilen sayfalar dejavu...

            Hatta ve hatta, yüreğine ateş düşmüş anaların-babaların mikrofona söyledikleri dahi dejavu...

            Dejavu bile dejavu...

            Diğer taraftan; belki de kurşunu yiyen her bir gencin yere düşerken dilinden düşen “anam!” feryadıdır dejavu olmayan. Ya da geceleyin daha haberi gelmeden acısı içine işleyen anaların “oğlum” feryadı... Gerçek olan...

            Gerçek neydi?

            Yok yok... Dejavu bu değildi!


27 Mayıs 2011 Cuma

Kare

Dağılmış saçlar ve solgun bir yüz...
Nefese doymadan nefes...
Titreyen dudaklarda: Allah...
Ve dört soğuk duvar arasında zihin...
Çelişen bir atalet...
Kimliksiz bir endişe,
Gözlerde...
Boğazımı sıkan bu eller de ne?
- Sakin olun. Nerede kaldı?
- Korkuyorum anne!

26 Mayıs 2011 Perşembe

geceleyin öten cırcır böceği

          deneme sınavları her zaman için “idare eder”dir. sınav sonraları, cevap şıkkını değiştirdiğin, doğruyken yanlış yaptığın bir iki soruya hep üzülürsün. ve doğru cevapları artık aklına kazıdığını sanırsın. iki gün geçer, o günü anlatırken değil cevabı, soruyu bile hatırlamadığını fark edersin. tuhaftır insan. ben de tuhafım bu konuda. bazen ders dinlerken kursta, hocaların verdiği enteresan bilgilerin bir yarışma programında karşıma çıktığını ve tak diye cevabı verdiğimi hayal ederim. ne büyük orgazm… “ekran başındaki sevgili seyircilerimiz”e, ya da sadece “sevgili seyircilerimiz”e, hadi tam olsun bari “yetmiş milyon”a parmak ısırtmak saadeti… “bunların hepsi bilgi…” demek, bakışlarınla dördüncü kameraya…

          ama unutuyorsun işte. o kadar çok şey atmaya çalışıyorsun ki her gün içine, sonra “beyin bedava” oluyorsun. bu aralar da mühendisler şizofreni hırkaları dikiyormuş. giyince unutuyormuşsun. öyle diyor mustafa akar… gömlekten bulamadık ama fark ettim ki gene de unutuyoruz. giydiren sağlam giydirmiş bize demek ki. gömlek falan hikaye...

          biniyorsun vapura, kadıköy’den beşiktaş’a… kafan pek çok şeyde… ara ara yokluyorlar. trabzonda şimdi yağmur yağıyordur. rahmettir yağmur. kara bulutlarsa laneti simgeler. tam manasıyla bir tezat. bir otobüsün camından bakarken dönüyorsan giresun sahilinden trabzon’a doğru, “eyvah!” dersin, “acep nedir bu bulutların meramı? ne istiyorsunuz güzelim şehrimden?”. şimdi babam, küçük esnaf, meşhur parçacı osman, dükkanın aralığından sokağa bakıyordur. ödemeleri birikmişse bu ay, dertlidir. ama o, dertlerini bir sigarayla savuran adamlardan değildir. trabzon’da şimdi yağmur yağıyordur. belki de sağnak sağnak düşen rahmetle beraber, babamın alnı secdeye gidiyordur. metal, kauçuk ve yağ kokan dükkana şimdi gül kolonyası kokusu yayılıyordur. birazdan bana dua edecektir.

          vapura biniyorsun ve büyüyorsun. bir medeniyetin kalıntıları arasından geçerken karşındaki çiftin samimi bakışlarına takılıyorsun. sevmek, sevildiğin sürece mi güzeldir sadece? "babam bu kadar güzel pasta yapmayı nerden öğrendi?" bu ışıltılı gözler de bir gün acıyla bakacak mı? güneş gözlerine alır, güneş gözlerini kamaştırır, güneş gözlerini ağrıtır ve sen kız kulesi’nin önünden, “alışmış” ve “unutmuş” bir adam olarak geçersin. süleymaniye’nin minarelerinde heybet vardır gene. süleymaniye’nin kubbesinden mevlana bakar. “heybet” in mezarını gölgeler sinan’ın ölümsüzlüğü. devşirme sinan’ın gerçek adı nedir ki acaba? dedim ya, unutuyorsun.

          çocuğunun lösemi olduğunu iddia eden bir kadın vapur ahalisine seslenir. cebindeki üç-beş lirayı yoklarsın. bilsen doğru söylediğini, çıkarıp verirsin. ya da vermezsin. vermen midir önemli olan, yoksa neden verdiğin midir bilmem. ama kadının derin nezaketi ürkütür seni. “ben bir anneyim!” der kadın. aklına annen gelir. çok zamansız gitmiştir annen almanya’ya. tadını çıkarsa bari. annen aklına gelir ve sen, “ben bir anneyim!” diyen kadını unutursun. inönü stadı'nın tepesindeki o iğrenç binaya takılır gözüm. şimdi “v” olsaydı bu vapurda, parlamentodan önce, iner inmez bu modern katliamı uçururdu havaya. çarşı bu katliama da karşı mıydı? hatırlamıyorum.

          insanlara ayakkabı, çanta, cüzdan, kemer satarsın sonra, yakın bir arkadaşının ufak ama önüne bol tezgah attığı dükkanında. hemen iskeleden çıkışta. karşılık beklemezsin. tek beklentin muhabbet... ettikçe yüzün gülmeye başlar. fiyatları öğrendikçe müşterilerin karşısına daha bir rahat çıkarsın. insanlarla muhabbet etmek güzeldir. aslında muhabbet etmek güzeldir. karşındaki bir sardunya olsa fark edecek mi? fiyatları beğenmediklerinde söyleyeceğin bir iki klişe cümle vardır. bu klişe sözleri söylemeye “işi öğrenmek” denir. “aynısı falan yerde yirmi beş lira, sizde neden kırk?” diyen kadına, “serbest piyasa ekonomisi abla!” diyemezsin. malların kalitesinden bahsetmek zorundasındır. ve bir de ufak, kardan çok şey götürmeyecek indirimler… nihayetinde biliyorsun ki onu yirmi beş liraya alabileceği bir yer yoktur. senin klişelerin varsa, anlarsın ki onlarında var. çünkü sen de zaten onlardansındır. bu rol değişiminden etkilenirsin kısa bir süreliğine sadece. ama geçer! nasıl ki şimdi, almayı çok isteyip de sana pahalı gelen bir ayakkabının fiyatını indirmek için sıraladığın cümleleri unutup, şimdi sana aynını yapan insanları yadırgıyorsan, bu yadırgayışını da unutacaksın ve kısa bir zaman sonra yine bir satıcının karşısına aynı klişelerle bir alıcı olarak çıkacaksın. hayatı su gibi yaşarsan, her zaman içinde bulunduğun kabın şeklini alırsın ve muhtemelen senden adam olmaz. benden mi? benden zaten olmadı.

          öyle insanlarla karşılaşırsın ki, yaptığın işe ciddi ciddi bağlanırsın. bu işi yapmak, sosyoloji okumak gibi bir şeydir artık sana göre. insan davranışları üzerine sağlam bir tez yazabilirsin. ya da sen bu işe böyle bir anlam yükleyerek boş işlerle uğraşmıyorum izlenimi bırakmak istersin etrafındakilere. tamam, biraz abarttım, farkındayım. ama bir şeyler öğrenirsin hakikaten. sevgilisinin yanında ağzını açamayan erkekler çıkar arada. bir genç seni kenara çekip, kulağına: “kardeş, ben bu lacivertlere bayıldım, ama kız arkadaşım tutturdu ikimiz de aynı renk alacağız diye. ben, beyaz converse giymem, sevmem beyaz ayakkabıyı. sen bakıp beyazın kırk iki numarası kalmadı desene. yap bir güzellik ya!” dediğinde nasıl hissedersin? ya da bir şey öğrenmiş sayar mısın kendini? seni bilmem, ama ben sayarım. ya da pembe bir çantaya ışıltılı gözlerle bakan kapalı bir ablanın kocasının “ya bırak pembeyi falan. bu ne allah aşkına? yolda yürürken yüz metreden parlar bu. adam gibi bir şey al. kardeşim bunun siyahı veya laciverti yok mu?” demesiyle o kadının gözlerinin nasıl baktığını başka bir şekilde öğrenebilir misin? öğrenemezsin. siyahından varsa da yok dersin. bu adamın o pembe çantayı bu kadına almayacağını bilirsin, var dersen de, bu sefer istemediği halde, bir kadına siyah bir çanta satmış olacağını bilirsin. “yok abi” dersin, “bu çantanın genelde böyle yazlık renkleri var.”

           beşiktaş sahili yavaş yavaş boşalır. kapatma vaktinin geldiğini anlarsın. hava soğur. yazlık ceketini giyersin. elin radyoya gider. hangi frekansta hareketli bir parça bulursan orada durursun. bazen dışardaki malzemeleri dükkana taşırken biri gelir bir ayakkabının fiyatını sorar. görkemli bir alış-veriş merkezinin içinde ciddi bir markanın satış mağazasıymış gibi “abi satışlarımız bitti. kasayı saydık.” dersin. adam tuhaf tuhaf yüzüne bakar. giderken kim bilir nasıl yaratıcı küfürler edecektir. belki de ardından attığınız kahkahaları duyunca bir an geri gelip iki çift laf söylemeyi bile düşünebilir. modern bir mağazada söyleyince anlayışla karşılanıyor ve hatta nezaketten kırılarak “gördün mü geç kaldık, yarın kaçta açıyorsunuz acaba?” diyorsun da, bizim gibi tahta tezgahlarda, çakma mallar satan adamlar söyleyince neden zoruna gidiyor? oradaki satış elemanının benden üstünlüğünün sebebi, iş yaptığı markanın ona verdiği üstüne ismi yazılı tişört mü? değil. tek neden kapitalizm! “kimsesiz bir yolda yürürken, ayağınız bir taşa takılıp düştüğünüzde, o taşın bile hesabını kapitalizmden sorun.” benden söylemesi.

          bir sigaralık mesafede oradan buradan muhabbet edersin. sonra beraber dolmuşa binersin. konuşmadan gidersin, gün boyu muhabbet ettiğin insanla. konuşacak şey mi kalmadı acaba? oysa yarın da kapatana kadar konuşacaksındır. sebebini bilmiyorum ama konuşmazsın işte. herkes dolmuşta düşünür galiba.

          sen levent’te inersin, sallana sallana gültepe’ye doğru yürürken, arkadaşın sarıyer’e doğru devam ediyordur şimdi. bir an o kimsesiz ve karanlık kaldırımdan ağır ağır ilerlerken bir ses duyarsın. kulağına çok tanıdık gelen bir ses... sağında asfalt yollar, yolları aydınlatmak için dikilen taş direkli uzun lambalar, köprü parmaklıkları, daracık ve bir duvar dibine iliştirilmiş kirli kaldırımlar, bir şantiyenin etrafını saran uzun, çelik bariyerler, bariyerlerin üstüne iliştirilmiş alakasız reklamlar, ligin bitimiyle eğreti yazılarla yazılmış sloganlar, ara ara hızla geçip giden ve geç saate rağmen “dolmuş” kelimesinin hakkını veren dolmuşlar ve levent’ten gültepe’ye döndüğünün ispatı olan, gittikçe seyrekleşen uzun, modern ve bir o kadar da klişe olan, zevksizlik abidesi yontma binalar… sağında ise iki büyük binanın arasındaki çıkmaz sokağa dikili ağaç, ve sokağın yarısını aydınlatan sarı bir sokak lambası, şimdi geride kalmış binanın duvarını işgal etmiş sarmaşık, ve burada ne aradığı ciddi bir kavram karmaşası haline gelen ve geceleyin ötmeye devam eden cırcır böceği.

          o sesle gerilere gidersin. nevruz’un ne olduğunu dahi bilmediğin o yıllarda baharın gelişini akşam ezanından sonra oynadığın saklambaçlarla kutlamışsındır hep. komşuların evlerinden ve bilindik meyve ağaçlarından sınırlar çizersin ve kararlaştırılan mekanda çocuk yaşta saklanmayı öğrenirsin. saklanmak, senin en çok sevdiğin ve en iyi yapabildiğin şey olana kadar saklanırsın. bulunamadığında ise kendini ele vermek için ufak hatalar yaparsın. çünkü her ne kadar saklanmak olsa da amacın, seni arayanın artık umudu yoksa seni bulacağından, bu umursamazlığa ve uzamaya başlayan bu yalnızlığa artık katlanamazsın. ya çıktığın ağacın dalını oynatırsın, yalancıktan kendini ele verirsin, ya da girdiğin kuytuda hapşırmayı denersin. ama her defasında, hangi akşam olursa olsun, saklandığın yerde soluklarına eşlik eden bir ses hep vardır. geceleyin öten cırcır böceği. işte bu ses, saklanmak dürtüsü gibi siner içine. ve bir gece, evine doğru yürürken ve yine saklanıyorsan bir şeylerden ve her defasında kaçmadığına, saklanmadığına inandırıyorsan kendini, bir anda o ses kendine getirir seni. şimdi saklandığın yerden çıkmak istersin. ancak umursanmamak ve yalnızlık, çocukluğundaki kadar uzak gelmez sana. ya alışıyorsundur ya da unutuyorsundur.

          büyüdüğünü anlarsın. kafanın içinde cümleler akmaya başlar. bu basit sesin seni götürdüğü yılları düşünürken tekrar tekrar, on – on beş yıl sonra, başka bir yerde, başka bir günü yaşadıktan sonra evine doğru ağır ağır yürürken, bu sesin sana bu günü hatırlatıp hatırlatmayacağını ve hatırlatırsa sana neler hissettirebileceğini merak edersin. hatırlatırsan, hissedebilirsen ne ala…

          geceleyin öten cırcır böceklerini duyuyorsanız eğer, bilin ki siz de saklanmışsınız ve artık etrafınızdakiler sizi bulmak veya saklandığınız yerden çıkartmak konusunda umutsuzdurlar. yalnızlıktan ve umursamazlıktan sıkılmıyorsanız da çıkmanız için bir sebep yoktur. ama bir de bile bile kendini sobeletip, başkalarını saklandığı yerde bulmak veya onları bulundukları kuytudan çıkartmak için uğraşmak vardır, onların da yalnızlıktan sıkıldığını ve umursanmak istediğini hatırlayarak…

20 Nisan 2011 Çarşamba

Siyah ve Beyaz

Sen ve ben: iki günahkâr…
Tövbekârların yurdundan kovulacağız!
Zaman aktı, zaman akacak ve akar zaman.
İki iskemle üstünde iki ilmek sallanır,
İki ipin halkasında gülümser şeytan.
Gözlerimizdeki korkuyu fark etmesinler?
Gözlerimizdeki umudu onlar görmezler.
Kaçacaksak eğer,
Şimdi vakit tamam…
Karıncaların yuvaları güneye mi bakar?
Sürgünü bir sözlük nasıl tanımlar?
Ekmeği unut, suya gerek yok!
Yarılacak, kanayacak bile ayaklarımız.
Çünkü sen ve ben: iki münafıkmışız…

Sen ve ben: aksak bir saat…
Koş ve kaç sen!
Yelkovan gibi, uzun ve narin…
Saçlarını topla ki seni fark etmesinler.
Ben kısa… Ağır adımlarla ilerleyeceğim.
Akrep gibi... Zehir zemberek…
Bizdeki iki doğrunun farkına bir gün varacaklar.
Ve göreceğiz beş para etmeyecek iade-i itibar
Zaman aktı, zaman akacak ve zaman akar.
Geceleyin boş bir evin duvarlarından gölgeler sarkar.
Sarkan gölgelerin içinden çıkar çatık kaşlı yargıçlar.
Artık geç kalıyoruz, tamamdı vakit.
Hep kuzeye gidersen karşına hangi deniz çıkar?
Doğuya gidince benim dilimden anlar mı çocuklar?
Kimliğini bırak, diplomanı, cüzdanını da.
Titreyeceğiz, kirleneceğiz, dört duvar arasına bile tıkılacağız.
Çünkü sen ve ben: yanlış insanlarmışız...

19 Mart 2011 Cumartesi

Aslında

Metrodan çıktım. Kanyon’un Gültepe çıkışına doğru yürüyorum. Müzik çalarımın şarjı bitmiş. Yapabileceğim pek bir şey yok. İnsanları dinliyorum. Yanımdan geçip gittikleri sürede bahsettiklerinin çok küçük parçalarını duyabiliyorum. Hızlı hızlı yürüyorum. Özellikle tek başıma yürürken…  Birini dövmeye gidiyormuş gibi…  Çok acil bir randevuya geç kalmışım gibi...

Hızlı yürüyen adamları severim aslında. Yolda boş yere zaman harcamazlar. Boş yere zaman harcamazlar. Boş yere zaman... Boş zaman… Boş… Tuhaf. Çok ince bir sızıntı oysa…

Belki de zamanlarının çoğunu boş yere harcadıklarından, yürürken kaybettikleri zaman gözlerine batıyordur da hızlı yürüyorlardır. Çünkü kendini inandıramadıktan sonra bir insana anlatılamaz günlerini ne kadar boş şeylere harcadığı. Oysa inandığı boşluğu doldurmak için de elinden geleni yapar. Salına salına geçirmez dakikalarını. Çünkü zarardan ne kadar tırtıklarsan, kardır. Kara tamah etmeyen bir adam için ise sebep muhakkak ki başkadır.

Önümde iki kız yürüyor. İkisinin de saçları boyalı… Anlamak hiç de zor değil. Saç dipleri ikisini de ele veriyor. Kadınların saçlarından bahseden şiirlere bayılırım. Çünkü saçlar en çok dikkat ettiğim tarafıdır bir kadının. Başı bağlı kızların suçu ne demeyeceksiniz. Bir gün kumpir yerken Ortaköy’de, “Bir kız başı bağlıyken bu kadar güzelse, bir de onun saçlarının omuzlarına düşmüş halini canlandır gözünde!” demişti bir arkadaşım. Konumuz bu değil.

Aradaki farkı gittikçe kapatıyorum. Ve şimdi çaprazdan yüzlerini de görebiliyorum, seslerini de duyabiliyorum. Biri on dokuz yaşında. Nokta atışı… Tabi ki bilmiyorum, nerden bileyim yaşını. Tahmin… Ama ihtimali hayli yüksek... Yanındaki ondan büyük görünüyor. Biraz abartılı bir şıklık var üzerlerinde. Dizilerdeki zengin kızları gibi giyinmişler. “Arıyor neredeyse her akşam.”  diyor, “Ama konuştuğundan bir şey anlamıyorum. Yani beni seviyor biliyorum ama yani bu kadar da saçmalanmaz ki! Aklınca beni etkilemeye çalışıyor. İnan bazen kolum ağrıyor, telefonu masanın üstüne bırakıp bir iki dakika kolumu dinlendirip yine ‘hııım, hıhı’ demeye başlıyorum.” Öbürü gülerek, “ Erkek milleti işte!” diyor. “Yine kırıcı olma ama istemiyorsan da söyle çocuğa, boşuna kontürcükleri gitmesin bari”. Gülüyorlar. Hafif meşrep bir gülüş. Aradaki farkı iyice kapatıyorum. Hatta önlerine geçiyorum. O ara o kelimeyi düşünüyorum. “kontürcükleri…” Bir anda o zengin kız imajları yıkılıveriyor zihnimde. Muhtemeldir ki bunlar da imitasyon. Bu tür basitlikleri, bu tür lafları zengin kızlarından beklemiyor oluşumdan değil. Kelimenin vurgusu…  “ö”nün tahtına göz dikmiş “ü” harfi…

“Ya ama işte yine de çok kızamıyorum aslında ona.” diyor yine saçlarının diplerinden bir esmer olduğu anlaşılan sarışın uzun saçlı kız. Demek ki aslında gideri var çocuğun. Daha dinlemiyorum. Bu sözün üstüne düşünmeye başlıyorum. Artık yanımdan geçenlere aldırmıyorum. Orta Bayır’a gelmişim. Kanyon’dan ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. O kadar yolu farketmeden nasıl geldiğimi de... Sözü, kızın ağzından tekrar tekrar dinliyorum.

Arabesk bir aşık, hatta bu işlerden anlamayan bir zevzek olarak tanımladığı çocuğun üzerinden kendini yüceltmeye çalışıp, arkadaşına caka satmaya çalıştığını anlıyorum kızın. Çünkü saatlerce onunla konuşmaktan sıkılmayan, hemen her akşam onu arayacak kadar umursayan, ona ha bire bir şeyler anlatan, onu sevdiğini her defasında belli eden ve bu uğurda “kontürcüklerini” umursamayan bir erkek mevcut artık bu kızın etrafında. Zerre kadar tanımadığım ve adını dahi duyamadığım bu çocuk hakkında söylenenlerin yalan olduğuna inandırıyorum kendimi. Aslında inandırmıyorum. Bir çaba söz konusu değil. İnanıyorum aslında. Bana göre o çocuk, bu kızın egosuna kurban gitmiştir. Sırf spotlar üzerine çevrilsin diye çocuğun tüm yaptıklarını biraz kendine yontarak ifade ediyor kız o kadar.

*            *             *

Sınav sonuçları açıklandı. Akçaabat Anadolu Lisesi’ni kazanmışım. Bir iki hafta sonra kayıt olmaya gidiyoruz. Yanımda annem… Müdür bey gayet resmi ve ciddi. Hatta nasıl derler, yüzü sirke satıyor. İşlemler bittikten sonra zorunlu okul yardımı istiyor. Annemin verdiği tutarı hatırlamıyorum. Müdür bey önce bana bakıyor bir şey söylemek istiyormuş gibi sonra anneme dönüyor.

“Valla yolda görsem ilkokul öğrencisi sanırdım bu çocuğu Hanım Hanım.” diyor. Hanım Hanım… Annemin adının bu tür yapmacık nezaketlileri göt etmesi bana inanılmaz bir haz veriyor. Hele de ağızlarından çıkan bu tuhaf ifadenin yerinde olup olmadıklarını düşünürken yüzlerinin aldığı hali gördüğümde…

Annem başlıyor anlatmaya. Kendimi askeri darbe sonrası yargılanırken devlet tarafından yanına cunta menşeili bir avukat verilmiş bir sanık gibi hissediyorum. “Çok yaramazdır.” diyor annem. “Bir de çok sinirlidir. En ufak bir şeyde ortalığı bir birine katar. Evde de hiç ders çalışmaz. İşi gücü mahalle arkadaşlarıyla top oynamak… Nasıl bu kadar iyi puan aldı onu da anlamış değiliz. Bir de büyüklerine karşı saygısızdır. Mahallenin esnafına yaşıtlarıymış gibi davranır hep.”

Arada bana bakıyor annem. Yüzünde tuhaf bir gülümseme var. Gözleri, “Bak işte böyle köşeye sıkıştırırım seni!” diyor resmen. Ama amacı bu değil biliyorum. Amacı saçları sarıya boyanmış, dizilerden fırlamış zengin görünümlü kızla aynı. “Ders çalışmıyor hiç.” diyor. Çünkü benim oğlum ders çalışmadan dahi bu kadar puan aldı, gerisini siz düşünün demeye getiriyor. “Büyüklerine karşı saygısızdır tüm esnafa onların yaşıtıymış gibi davranır." derken de mahallede genç yaşlı herkesin beni ne kadar sevdiğini, yani benim ne kadar şirin bir çocuk olduğumu bu nedenle de nazımın tüm mahalleliye geçtiğini anlatmaya çalışıyor. “Çok sinirlidir!” diyor. Çünkü gözü kara bir çocuğa sahip olmak uzun vadede her zaman sevecen durur. Haksızlığa gelemez, korkusu yoktur, başkaldırmayı sever, koyun değildir, saf değildir demek istiyor.  Ve tüm bunları derken, bu çocuk benim çocuğum demeye getiriyor olayı. Bu çocuğu ben yetiştirdim, sen öyle makamına, yaşına başına güvenip benim çocuğumla aşık atamazsın diyor üstü kapalı. Ve böyle bir anne olduğu için de kendine övgüyle bakılmalı, varsa madalya takılmalı...

Müdür bey pek oralı olmuyor. Durumu da benim anladığım gibi anlamıyor. "Erkek milleti işte!" diyen kız gibi somut verilerle yetiniyor. Sonra ters ters yüzüme bakıyor ve "Önce şu ağzındaki sakızı çıkart!" diyor. "Sen daha kayıtta böyle terbiyesizlik yaparsan dört senede çok dayak yersin benden!"

Sakızı çıkartmıyorum. Yutuyorum. Müdürün tam gözlerinin içine hafif kızgın, hafif korkak, hafif üzgün bir şekilde bakarken, içimden de “Ama senin dediğini de yapmadım dingil!” diyorum. 

27 Şubat 2011 Pazar

Yaratan Rabbin Korkusuyla Yaz

“Yaz!” dedi. “Hiçbir şey yapmıyorsun, bari yaz. Madem ki anlaşılmadığını iddia ediyorsun; işte kalem, işte kağıt… İşte hasret, işte gurbet, işte özlem, işte nefret, işte yalnızlık, işte sapkınlık, işte haksızlık… İşte korku, işte acı, işte sevgi, işte kibir, işte nefis, işte kin… İşte bir ruh ki canından bezgin… “Yaz” dedi bana, “Ne duruyorsun? İşte el, işte kalp, işte dil, işte zihin…”

“Korkma!” dedi. “Seni bu gün kelimelere hükümran kıldık. Sen yaz da anlamını tamamlarız biz. Dök içini, gözyaşların dökülmesin yeter ki. Rüya kapıların artık aydınlığa açılsın. Mutlu yüzler gör, ışıldayan gözler gör, kâbuslarından kurtul yeter ki!”

Yazdım. Aslında ben yazmadım. “Yazıl!” dedi, bir bir düştü satırlar kâğıda. O an anladım ki bir fiyakası yok susmanın. İçime atıp biriktirdiklerim yazıldı. Kapayamadığım, koparıp atamadığım sayfalar yazıldı. Heba olmuş bunca yıllık bir ömür yazıldı. Hesap günü pek de uzak değil, mutlak son elbette ki çok yakındı.


Üzerine kalem çekilmiş hayaller de yazıldı, kalbi nokta nokta kirleten günahlar da… Zehir olup dilden düşen gıybetler de yazıldı, gözleri ışıldatan umutlar da... Edilmiş dualar, beddualar, itiraflar… En çok da küfürlerle günahlar yazıldı.

O “Yaz!” dedi, ben kağıda sürüp durdum kalemi. Bir bir, bir hayat yazıldı. Bir ömür yazıldı. Kâğıda baktım, bembeyazdı. Boş, beyaz bir sayfaya sadece bir “boşluk” yazıldı. Yazıktı!
“Anlat” dedi “hünkârım!” bağırdı. O bağırdı, ben korktum. “Hünkâr kuldan korkar mı?” dedi. “Hep korktun da ne oldu? Tamam, o halde korkularını yaz.” dedi. “Seni bir gün anlayabilmek umuduyla sana sabredenler için, senin iyi bir insan olduğuna dair inancı olanlar için, yürüdüğün bu çetrefilli yolda sana el verenler için yaz!” dedi.

“Kaybedeceğini düşündüğün imtihanları yaz. Yaşayacağına inancının olmadığı yılları yaz. Seni bir gün ansızın terk edeceğini düşündüğün insanları yaz. Hiçbir işe yaramaz hallerinden kutulamayacağın korkusunu yaz. Pişmanlıktan içine ateş düşecek günlerin yakınlığını da yaz. En çok da bu koca şehri yaz.”

“Anlatsana” dedi “hünkârım!”, titredi sesi. İçim acıdı. “Hünkâr bu kadar yufka yürekli olur mu?” dedi. “Hep acıdın da ne oldu? Tamam, o halde acılarını yaz.” dedi. “Düşünme artık bunları! Bırak, umursamasın kimse! Bırak, anlamasın, üstüne alınmasın kimse ama sen yine de yaz!” dedi.

“İlk terkedilişini, hatta aldatılışını yaz. Yazsana, kimden korkuyorsun böyle? O kızı yaz işte! Sonra sana sırtını dönen arkadaş(!)larını yaz. Bu şehri, aynı cümleleri kursan da olur, bir daha yaz. İşsiz güçsüz, parasız pulsuz, yapayalnızken kendini asalak bildiğin günleri yaz. İstemediğin halde sana bildirilmiş ölüm haberlerini yaz. Hadi, gücün yetiyorsa ölüm üzerine yaz. Hatta buluyorsan o gücü kendinde başlı başına yaşamak üzerine yaz!”
“Anlatsana” dedi “hünkârım!” ve yok oldu birden. O yok oldu, ben adını unuttum. Telaşa kapıldım. Sonra bir ses duydum gaipten. “Hünkâr, bu kadar unutkan olur mu?” dedi. “Hep unuttun, iyi mi oldu?” Git gide uzaklaştı ses. Ne kadar uzaklaştıysa o kadar yaktı içimi kelimeler. “Tamam, o halde şimdi de unuttuklarını yaz!” dedi. “Bir sen mi unutuldun, bir sen mi aldatıldın, bir sen mi terkedildin?” Her isimde titredim. Her isimde utandım. Her isimde yandım. Bahaneler sıraladım, çıkmadı sesim. Ne yaptın sen bana böyle, ne yaptın nefsim?

O “Yaz!” dedikçe isimler bir bir boğazıma dizildi.
O “Yaz!” dedikçe hıçkırıklarla nefesim kesildi.
O “Yaz!” dedikçe zihnim bir hançerle deşildi.
O “Yaz!” dedikçe içim utancımla ezildi.
O “Yaz!” dedi, bembeyaz kâğıda onlarca yüz çizildi.

“Şimdi söyle! Kimdi hünkâr? Ve soytarı kimdi? Tüm bu haklar kimin defterine kaydedildi?” Ses yok olmak üzereydi. Kapadım gözlerimi, tüm dikkatimi verip kulak kesildim. “… unutacaksın! “… onları yazarsın! … sensin!” dedi. “... Hakan …”, “… Turgay …”, “… Volkan …”, “… Onur …”, “… Mine …”, “… Şule …” dedi. Ve ses kesildi.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çelişki

Bildiklerim, aslında ezberlediklerimdi.
Ve konuştuğum anlardaydı acizliğim.
Sırıtırdı.
Etrafımda dönen bir dünyaydı hayat…
Bildiklerim, aslında size de ezberletilenlerdi.

Bir isyanı doğurma uğraşındaydı hep ruhum.
-Kendimle bastırılmış, zaferi olmayacak bir isyan…-
Köklerimde, yalakalık denen o zehir…
Hayalim, üzerindeydi fildişi kulelerinin.
Toprağa basarken ayaklarım, sapasağlam…
Küfrettiğim kulelerdekilerdi, olmak istediklerim!

Doğa anadan sebepti hep ezdiğim çiçekler.
Ömrümce yol ayrımlarına yenildim.
Mutsuzluğum, yalnızlığımdı.
Eğreti fikirlerimdeki ’boş’luğa ‘ben’ dedim.
Geleceğim, çirkin olacak bir güzelin elinde…
Küfrettiğim güzellerdi, sevmek istediklerim!

Doğrularım sizin tabularınızdı
Ve tabutlardı görmeye cesaret edemediklerim.
Okul üniformalarımla bambaşka biri edildim!
Boğulmak ne ki?
Onu, tepeden inme emirlerin şehrinde öğrendim.
Körebe oynayan bir çocuk,
Bileklerini kesmek üzere olan bir ateisttim!
Odamda, kitaplarımın yanındaydı at gözlüklerim.
Masum bir zihni kirleten binlerce el…
Küfrettiğim günah dolu ellerdi, sahip olmak istediklerim!

Okuduğum kahramanlardı en çok alay ettiklerim.
Bir parça gerçeğin iliştirildiği hayatımda;
Bulmak istediklerimdi, her zaman bir kenara ittiklerim!
Cilalanmış sözlerimde yitip gitti mana,
Taranmış saçlarımda kayboldu güzelliğim.
Yediğim her lokmada, haram bildiklerim…
Düşlerimde yardım göğü,
Bir nurun üzerime inmesini bekledim.
Oysa;
Küfrettiğim haramlardı, tatmak istediklerim!

Girdap



               - Bana bir an olsun gerçeklerden bahseder misin?
               - Nerden çıktı bu şimdi?
               - Dinlemek istiyorum sadece. Her şey kayıp gidiyor sanki ellerimden. Durdurmam gerek. Gerçeklerden bahsetmemiz gerek. Ama ben yapamam, biliyorsun.
               - Benim gerçeklerim ya seninkilerle uyuşmazsa?
               - Benim gerçeğim var mı ki?
               - !.. Peki öyleyse. Bilmen gereken şu ki:

               Samimi değilsin. Etrafındakileri kandırabilirsin belki ama biliyorsun ki seni senden daha iyi tanıyorum ben. Olmak istediğin kişinin hayali ile yaşıyorsun.  Ve bir zaman sonra kendini onlardan biri sanıyorsun.  Ama bilmelisin ki sen hiç değişmiyorsun. Oysa Hayallerin her gün biraz daha sınırları zorluyor. Belki de yetişemiyorsun, ucundan tutamıyorsun birşeylerin. Ancak bu kendini iyi hissetmen için iyi bir neden değil, biliyorsun.

               Bana gerçeklerden bahset diyorsun çünkü, senin bir tek gerçeğin bile yok. İnanmıyormuş gibi yaşıyorsun. Hiçbir şey umrumda değil aslında. Biraz korkuyorsun sadece. Bu korkaklık olmasaydı sende, her şeye ama her şeye karşı gelirdin emin ol! Ama yapamıyorsun. Çünkü korkuyorsun inandığı şeyler uğruna ölenlere benzemeye. Öyle ki, ölümden korkuyorsun en çok da. Tuhaf geliyor sana. Soğuk geliyor. Donuk geliyor. En çok da hazırlıksız ve erken geliyor. Seni yakaladığında emin ol o erken gelmiş olmayacak, sen geç kalmış olacaksın.
              
               Hiç değişmiyorsun derken, değişmek için uğraşmıyorsun anlamında söylemedim bunu, biliyorsun. Çünkü uğraştığını kendi gözlerimle görüyorum. Ancak kolay olmayacak bu. Yirmi iki yaşındasın ve sen, en alttaki tuğlayı üsttekileri devirmeden, düşürmeden, kırmadan çekip almak istiyorsun. Kurtulmak istiyorsun gözlerini sıkı sıkıya bağlayan düşüncelerden. Bazı isimleri unutmak istiyorsun. Bazılarını ise hatırlamak... Kendini bulmak, özünü bulmak istiyorsun. Bunu hiç kırmadan, kırılmadan, dağılmadan, boğulmadan, yorulmadan, isyan edip hıçkıra hıçkıra ağlamadan yapabilen oldu mu ki? Bunu istiyorsun sen işte. Hazıra konmak istiyorsun. Gülerken olgunlaşmak istiyorsun. İçin sızlamadan açların, fakirlerin, işsizlerin, dışlanmışların, hor görülenlerin acılarını paylaşmak istiyorsun.
              
               Yazmak istiyorsun, anlatmak istiyorsun. Birilerine ukalalık ediyorsun sadece ve bunun farkında bile değilsin. Yazmayı araç olarak kullanıyorsun çünkü. Etrafındakilere kendini göstermeye çalışıyorsun sadece. Anlamı bu olamaz yazmanın, biliyorsun. İşte tam da bu yüzden gerçekçi olamıyorsun. Çünkü benden gerçek bir şeyler dilenerek git gide küçüldüğünün farkına varacak durumda bile değilsin. Hakaret ediyorsun seni sevenlere bu halinle. Aynaya bakmaktan korkuyorsun çünkü göreceğin kişinin, yazılarında, şiirlerinde küfrettiklerinden farkı yok. Ve işte bu yüzden git gide eriyor ahlakın. İraden yalama yapmış somun gibi. Ne kadar kendini sıkarsan sık, yine başladığın yere dönüyorsun.

               Sana verilen emeğe ihanet ediyorsun. Hayallerini kovalıyormuş gibi görünüyorsun sadece. Oysa bir amacın, bir idealin bile yok. Doğrusu şu aslında; senin gerçek olması muhtemel bir idealin yok. Çünkü sen başkalarını oyalamak adına kendine bazı idealler belirliyorsun. Ancak bunları gerçekleştirme çabası dahi yok ortada. Ya anlayamayacağım kadar masumsun, ya da herkesle oyun oynayacak kadar adi… Bunu inan ben de bilmiyorum.

               Kaçıyorsun. Önce büyükşehirden kaçtın, şimdi de şehrinden kaçıyorsun. Sokağa çıktığında odanı, odana geldiğinde sokağı özlüyorsun. Boğuluyorsun. Derdin nefes alamamak değil. Sen, aldığın nefesi dışarı vermekten korkuyorsun. Ağız kokun seni ele verecek diye ödün patlıyor. Ürkek bakışlarla bir sahne hayatı yaşıyorsun. Okuduğun kitaplarda beğendiğin yerlerin altını çizmeye utanıyorsun. Çünkü her beğendiğin bölüm sana söylenmiş gibi… Her beğendiğin bölüm senin ayıbını yüzüne vurur gibi…
              
               Geceleri uyuyamıyorsun. Çünkü ne zaman gözlerini kapatsan, bir lambanın yanıp sönmesi gibi gözünün önünden geçen karelerde günahlarını görüyorsun. Pişmanlık ateşi kavuruyor içini. Utancın günlerce uzayıp gidiyor. Ama dualarının kabul olmasını beklemeden tekrar aynı labirentin çıkışı bulunmaz koridorlarında kendini kaybediyorsun. Yeniliyorsun hep. Çünkü güçsüzsün sen. Ve en kötüsü de ne biliyor musun? Kendini güçlü sanıyorsun!
              
               - Ama ben… Gerçekten böyle mi yani?
               - Sana duymak istediklerini de söyleyebilirim. İstersen...?
               - Yoo… Öyle demek istemedim de yani şey…
               - Bırak kendini yiyip bitirmeyi, topla kendini. Hiç iyi görmedim seni bu sefer. Neyse, şimdi benim gitmem gerek.
               - Bir daha görüşebilecek miyiz?
               - Bu sana bağlı, biliyorsun. Aynaya bakabilmen dileği ile…
               - …